mektubu tutan avuçlarımın terlediğini hissettim.
Zarfı açtım. Önü ve arkası inci gibi harflerle dolu tek yapraklık mektubuna baktım. Aşk, diyordu, acı, yara ve bellek diyordu. Bildiğim sözcükleri peş peşe sıralıyor, her sözcükte bir burgaç yaratıyordu. Pişmanlık, gözyaşı, öfke, ayrılık, gözyaşı, pişmanlık, unutmak, affetmek, kader, ölüm, yalnızlık, kader, pişmanlık, gözyaşı ve unutmak diye tekrar tekrar yazıyor, bir söylediğini birkaç satır sonra bir daha söylüyordu. Yakın ile uzağı, yaşam ile ölümü, kavuşma ile ayrılığı birbirinin yerine kullanıyordu. Başka zaman ve başka yerde bu sözcüklerin anlamını biliyordum, ama dediklerini anlamıyordum. Dili, ne annemin ne de babamın diline benziyordu. Anlamlara anlamsızlık veriyordu. Telaşla havalanan kuş sürüsü gibi sözcükleri iç içe geçiriyordu. Her sözcüğün kanadını yanındaki sözcüğün kanadına çarparak kırıyordu. Geçmişte bizi biz yapan, geleceğe de kapı açan olasılığı yok ediyordu. Unutulmak istiyorum, diyordu. Koca lstanbul'da kendimi bir odaya hapsedilmiş hissediyorum, diyordu. Seni sevsem de, geçmişimiz bizim kaderimizdir, geçmişimizden kurtulamayız, diyordu.