Nakşîler’in “ne müsbet ne de menfi” bulmadıkları ve sadece “kendi yollarında bulunmadığı”nı beyân ettikleri musiki, en dikkat edilmesi gereken husus şudur ki, “kabul-red-yahud çekimser” kalınan keyfiyetiyle, “bâtın kahramanları” ve elbette “fıkıh üstünleri” seviyesinde söz konusu değeri edinmiştir; yâni, şu bildiğimiz alelâde hayat seviyesinde Şer’i olarak ne çamlar devrilirken, “kılı kırk yaran” üstün takva ehlinin dünyasından konuşanlarda değil… Her iki dünyada da, asıl, musikî hususunda niyet ve tesirinin ne olduğu noktasındadır; hani bünyenin kendisine yarar ve yaramaz yemek seçimi gibi ve elbette ölçü Şeriat. Musiki için, her iki taraf da delilini getirmiştir…
Musikî dinlemek,çok kere, rüya görmeye benzer. Kendimizi çalgı seslerine salıversek, rüyalarımızda olduğu gibi, geçmiş zamanlarımız bize geriye gelir. Kaybettiğimiz hisler ve terk ettiğimiz fikirler yeniden bizim olur. Eski ilkbaharların ah! o kadar nazlı ve hülyali gönülleri yeniden açılır. Eski saffetli günlerimizin sütünü içeriz. Yıkılmış evimiz yeniden kurulur. Sevgili ölülerimiz dirilir. Elimizde bir oyuncak gibi kırılmış kâinatimizdan bir takım parçalar, elimize tekrar geçer. Eski ömrümüzden kesilmiş birtakım zaman parçaları ruhumuzu tekrar sarar. Yaşamamış olduğumuz hayatların hatıralarına bile ereriz. Icimizde daha tatmamış olduğumuz lezzetlerin ve saadetlerin hatıralarını buluruz. Hissettiklerimizin hakikatine inanırız ve yine tıpkı rüyalarımızda olduğu gibi, her gördüğümüzü, her duyduğumuzu, her düşündüğümüzü tam bir kolaylıkla unutup bırakarak, şekilden şekile giren bir bulut gibi, başka bir manzaraya, başka bir hisse, başka bir fikre geçeriz. Zaten böyle, yalnız bunu musiki değil, her şey rüyaya benzer, Her şey rüyadır.