Konuşurken, elini eğik başımın üstünde dolaştırıyordu. O anda hiçbir krallık tacını, hiçbir zafer çelengini o tatlı ele, saçlarımın arasında dolaşan o parmaklara tercih etmezdim.
Sanki ortada asılacak biri var gibiydi. Gerçekten asılırsa ölürdü ve her şey biterdi. Ancak kişi asılma hazırlıklarına tanıklık etmek zorunda bırakılırsa ve ilmik gözünün önünde sallanırken bağışlandığını öğrenirse, yaşamı boyunca bunun acısını çekebilir.
Pandoranın kutusu hikayesini bilirsin. Açılmaması gereken kutu açılır açılmaz hastalık, keder, kıskançlık, açgözlülük, şüphe, ihanet, açlık ve kin gibi akla gelebilecek her türlü kötülük ve uğursuzluk kutudan sürünerek kaçmış, gökyüzünü kaplayarak uçup gitmiş. Bundan sonra, insanlar ne yazık ki sonsuza kadar sefalet içinde acı çekip kıvranmak zorunda kalmış. Ancak kutunun köşesinde haşhaş tanesi kadar küçük, parıldıyan bir taş kalmış ve taşın üzerine belli belirsiz "umut" kelimesi yazılıymış.
Canım Nahitim, beni bir parçacık olsun anlamaya çalış. Beni sev demek istemiyorum, sadece inan. Ömrümüzün sonuna kadar bana inanacağını düşünebilsem bundan duyacağım saadet bugüne kadar duyduklarımın en büyüğü olur.
Kimse bizim çektiğimiz acıları gerçekten bilmiyor. Kim bilir büyüdüğümüzde, şimdiki acılarımızı ve üzüntülerimizi saçma bir şeymiş diye hatırlayacağız belki. Ama yetişkin olana kadar ki bu uzun ve can sıkıcı dönemi nasıl yaşamamız gerekiyor? Bunu kimse söylemiyor.
Neden kendimizden memnun olup hayatımızın geri kalanında sadece kendimizi sevemiyoruz? İçgüdülerimin şu ana kadarki duygularımı, mantığımı alt ettiğini görmek yazık. Bir an bile kendimi unutsam ardından hayal kırıklığına uğruyorum.