Yaşamım boyunca, istisnasız hepsi de budalaca işler yapan dar omuzlu insanlar gördüm ve çoğu türdeşlerini şaşkına çevirip ruhları türlü şekilde baştan çıkarırlardı. Eylemlerine gerekçe olarak "ün"ü gösterirler. Onları görünce herkes gibi gülmek istedim ben de; ama böylesine tuhaf bir öykünme olanaksızdı benim için. Keskin ağızlı bir
İkinci Abdülhamid’in kıskanç cãriyesi ãh’ının ateşiyle gök katlarını değilse de,muzdarip ruhunu incecik oyma işleriyle oyalamaya uğraşan padişahın marangozhãnesini ateşe veriverdi.Zarar ziyan cãriyenin kalbinde mi,marangozhãnede mi daha fazla,bunu tarihler yazmıyor.say:54
Bahtınıza Ekim’lerde hep İstanbul düşüyor.İstanbul bahtınıza hep Ekim’lerde düşüyor.Daha iyi vurulmanız daha iyi ölmeniz için her halde.İstanbul Ekim’de geçmişten ve gelecekten mürekkep çünkü.Üstelik salt kendi geçmişinden değil;sizinde geçmişinizden mürekkep.Önce ışık oluyor.Sonra su.Ve mavi.Ve yıldız.Bir Beyoğlu tramvayı,bir ãmãnın laternasında istiklãl caddesi uzantısı bir hüzün.Köşe başlarında ulysses’in bakışı,kestanecilerin kapı tuttuğu kitapçılarda taze mürekkep kokusu.Boşluğa dağılan buhurumeryem:bir şiirin sancısı.Bir sap gül:bir hayatın yarısı.Neden kalbimizin bütün acılara açık yerinin adı şãir.say:62
Sarayı olmayanın sultan olmadığını kim iddia edebilirdi? Ve bir ayna derinliğine dökülen görüntüleri ne yapabilirdi.
sana giden yolların kavşağında
bir adam direniyor izini bulmak için
siliyor tan yerine akan alın terini
ufkunda sapsarı umudun rengi
mavi yitik, beyaz kızgın ve siyah
arıyor sessizce kaybolan günlerini