Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

mervenur

mervenur
@mervenurgurer
null
6 okur puanı
Ocak 2018 tarihinde katıldı
"güle dair bir neden yok, gül açar çünkü açar ne gözetir kendini, ne görülmek arzular." Gül açar çünkü açar. Kendini gözetmez ve görülüp görülmediğini umursamaz. Bir kuş da tıpkı bunun gibi, bir şarkısı olduğu için şakır. Kimseye kendini beğendirmek için, övgüler almak için değil, sadece bir şarkısı olduğu için. Güzellik bazen sadece kendiniz olmanın özgürlük ve berraklığındadır. Başka bir şeye ihtiyaç yoktur. Kâbe olağanüstü yalınlığında güzeldir. Dışarıdan müdahalelere boyun bükmeden, dışarının beklentilerine uymak için kendini değiştirmeden, kendiliğinden ve saf varoluş. Gül kendisi olmaktan razıdır, o zaten olduğu şeydir. 13.07/tokat
Reklam
"Sevgili Dost, Eğer yeryüzündeki bütün elleri bir masanın üzerine koysalar, elini bulabilirdim onların içinden ..." 20.06 /ankara
"Geniş zamanlarımda da dar vakitlerdeki gibi canı gönülden dualar düşür gönlüme Rabbim. Darlıkta hatırladıklarımı genişliklerde unutturma bana." 08.06 / ankara

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
"Son zamanda dikkatimi cezbeden sorular var: a- Bizim dünyamız sanki takvim ve saat yokmuş gibi dakik değil. İbadetlerin bile zamana bağlı olduğu ve her şeyin saat ve dakikada tasvir edildiği bir dünyada bu nasıl olabildi? b- Şehirlerimiz kirlidir. Temizliğin dinden sayıldığı ve ibadetlerin organik, ayrılmaz bir parçası olduğu bir dünyada bu durum nasıl meydana geldi? c- Ruhumuz uyuyakaldı ve mistisizime, hatta bazı yerlerde batıl inanca yöneldi. Kur'an'ın gözlemleme ruhuna ve onun tabiat ve dış dünyaya olan yönelişine rağmen bu durum nasıl meydana gelebildi? d- Allah'tan başka ilahın olmadığına şahit olunduğu, sadece Allah'ın büyük ve hatasız kabul edildiği, insanların kökleri ve toplumsal statüleri ne olursa olsun buna benzer bir şey asla olamayacakları inancının hakim olduğu akide dünyasında şahıs kültü de nereden çıktı?"
"Kardeşim unutma şifa Allah'tandır. Allah şifayı bazen ilaçla bazen de balla gönderir. En iyi tedavi şekillerinden biri de âyet ve dualardır." "Hayat ancak mazlumlar için mücadele edildiğinde anlam kazanır." ...
Reklam
"Martı Jonathan Livingston" dedi Başkan, "Utanmazlığının, onursuzluğunun hesabını vermek için arkadaşlarının gözleri önüne, ortaya çık!" Sanki kafasına bir balyoz yemişti. Dizlerinin bağı çözüldü, kanatları sarktı ve kulaklarında bir uğultu hissetti. İnanılacak gibi değildi; utanılacak bir şey yapmakla suçlanıyordu. Ya başarısı?.. Bu onun başarısıydı. Anlamıyorlar! Yanılıyorlar’ Hatalı olan onlar! "Bu pervasızlığın ve sorumsuzluğunla Martı Ailesi’nin gelenek ve göreneklerine aykırı hareket ettin" dedi aynı ciddi ses. "… bir gün Martı Jonathan Livingston, bu sorumsuzluğunun bedelinin çok ağır olduğunu öğreneceksin. Yaşam bizim için meçhuldür. Bilebildiğimiz tek şey, bu dünyaya yemek ve olabildiğince uzun yaşamak için geldiğimiz…" Bir martının, Konsey önünde kendini savunma hakkı yoktur. Fakat Jonathan’ın sesi birden yükseldi. "Hangi sorumsuzluk kardeşlerim" diye bağırdı. "Yaşamın gerçek anlamını arayan, bulmaya çalışan bir martıdan daha sorumluluk sahibi biri olabilir mi? Bin yıldır yaptığımız tek şey balık peşinde koşmak. Artık yaşamak için bir nedenimiz olmalı; bana bir şans verin, öğrendiklerimi size göstereyim." Konseyi oluşturan tüm martılar, bir taş gibi sert ve ifadesizdiler. Hepsi bir ağızdan, "Kardeşlik bitti!" diye haykırdılar ve onu duymazlıktan geldiler. Ardından arkalarını dönüp çekip gittiler.
"Allah'a ve O'nun iman edilmesini emrettiklerine iman etmek bir vefadır. İmanın gereklerine sahip çıkmak, mü'min olarak oturup kalkmak, dili mü'min olarak konuşturmak, kulağa imanı hissettirmek, eli/ayağı imanla hareket ettirmek bir vefadır. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamın izinden gitmek, onun Sünneti'ne sarılmak, onun gibi yaşamak,
" Bu olanlarda benim hiçbir suçum yok," diye düşünüyordum ısrarla. Diplomam var, on beş sınavın hepsinden en yüksek notları aldım. Daha büyük şehirdeyken onları peşin peşin uyarmıştım, bir yerde asistan doktor olarak başlamak istiyorum demiştim. Ama hayır... Onlar gülümseyip, 'Alışırsın' dediler. Ya fıtıklı birini getirirlerse? Söylesenize, ona nasıl alışayım? Hem ayrıca hasta kendini benim elimin altında nasıl hissedecek? Artık öteki dünyada alışır o da ( tam o an sırtımdan aşağı soğuk bir ter akmıştı) Peki ya peritonit? Ya köyün çocukları boğmacaya yakalanırsa? Trakeostomi gerektiğinde ne olacak? Gerçi trakeostomi gerekmese bile büyük olasılıkla işin içinden çıkamayacağım. Peki ya... ya... ya doğum? Doğum işini hepten unutmuşum! Ya ters doğum olursa? Ne yapacağım o zaman? Ne yapacağım?"
" Kendimizden emin olmamız bizi emin biri yapmaz. Kibirli değilim demek de öyledir. Şu veya bu nedenden dolayı 'kibir abidesi' haline gelenlere soracak olursanız, "kendilerine olan saygıdan" falan bahsedecekler. Kibrin çıkış noktası da zaten burasıdır: Kendini beğenmek yahut kimseyi beğenmemek... Kurumlanmak, böbürlenmek. Bize yakışan, kibir değil, izzettir. Mizah ile sululuk, hırs ile tutku, gurur ile ile onur nasıl aynı şeyler değilse, izzet ile kibir ayrı dünyaların kelimleridir, kavramlarıdır. İnsan için, izzette itibar ve şeref vardır, kibirde yoktur. Kibir, iddia sahiplerini sever. İddia, kibri de beraberinde getirir, getirmiştir. Büyük konuşmak çoğu zaman iyi sonuç vermez. Örneğin 'kibir kulelerini yıkacağım' iddiasıyla ortaya çıkar, sonra da kendinizi o kulelerden birinde bulursunuz. Genellikle böyledir. Ali el-Havvas'a "ilmin afeti nedir" diye sormuşlar; "iddia sahibi olmaktır" cevabını vermiş. Bunu da notlarımız arasına katmış olalım. Kibir kurdu kalbe girdiği andan itibaren, insan olmanın basit ve ince özellikleri yavaş yavaş kaybolmaya başlar. Kendi adıma, kibirli bir kimsenin vefalı, merhametli ve hakkaniyetli olabileceğine inanmıyorum. Buradan şuraya varabiliriz: Kalbin en birinci düşmanı stres veya kolesterol değil, kibirdir. Yazımızı, Peygamber Efendimizin mübarek sözlerinden biriyle bitirelim: "Kalbinde hardal tanesi ağırlığında kibir bulunan kimse cennete giremez."
Reklam
"Savm... Oruç... Vazgeçmek demekti savm. Aslında dünyalık olanla kendisi arasında sürekli mesafeler koyan bir kimse olarak Resulullah'ın(s) timsali gibiydi bu ibadet. O'nun(s) hayatı tümüyle savme benzerdi aslında. Bazen aylar geçerdi ki evimizde ocak tütmemiş, aş pişirilmemiş olurdu. Yemek olmadığı zamanlarda "Ben oruçluyum, niyet ettim" derdi çoğu kez... Orucu bir kalkan gibi anlatırdı bize Resulullah(s). "Onu zedelemedikçe sizi koruyan bir kalkandır oruç..." "Peki nedir onu zedeleyenler?" "Yalan ve gıybettir..." Oruç, güzel ahlak elbisesi mü'minlerin. "Şayet oruçlu iken bir kişi sizi incitir, kötü söz söyler veya kavgaya teşvik ederse, ona ben oruçluyum deyin" diye nasihat ederdi bizlere... 'Saihun'du oruçlular... Yani seyahat edenler... Oruç bizleri kendi nefsimizden ayrılan bir gemiye bindirirdi sanki. Kendi bedenimizin dışındaki bedenleri, kendi açlığımız dışındaki açlıkları, kendi susuzluğumuzdan öteki susuzlukları öğreneceğimiz bir gezintiydi oruç... Orucu bir iç yolculuğu olarak, kendi kendimizden vazgeçmek, uzaklaşmak anlamında görürdük..."
39 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.