#okudumbitti köşemizde bugün canım Sabahattin Ali’nin #kağnısesesirler adlı kitabı var…Bir süre okumadığımda burnumda tüten isimlerden biri de Sabahattin Ali’dir. Kadife gibidir kalemi, yumuşacık, sıcacık.. Bu yüzden özlettirir kendini, iki kelam edesi gelir insanın.. Bundan mütevellit ben de hikayelerine sarıldım ve iyi ki de öyle yapmışım.. Çünkü kitapta yer alan hikayelerin her biri birbirinden güzeldi.. Bizim insanımızı anlatması dahası da insanımızın o yaralı yanını dile getirmesi çok kıymetliydi.. Hele insanın yüreğine o birkaç sayfada bu denli tesir edebilmesi yok mu! Şaşırıp kalıyorsunuz, nasıl olur da böylesine dokunabilir en nasır bağlamış yanlarımıza diye.. Evet ne yazık ki hikayelerinin sonu hep hüzünlü bitiyor.. Hiç mi umut yoktu diye sormak isterdim ona aslında…
Kitap üç bölümden oluşuyor. Kağnı ve ses adlı bölümlerde yazarın kısa hikayeleri derlenmiş ve kitabın son bölümü olan esirlerde ise bir oyun yer alıyor.. Aslında oyunu okuması da oldukça keyifliydi… Türklerin Çin esareti altında olduğu yıllarda hepimizin bildiği Kürşadın, meşhur isyan hareketi anlatılıyor.. Tabi bir aşkın gölgesi hikayenin üzerine düşüyor… Ben bu kısmı da sevdim tabi ki hikayelerin yeri ayrı.. ;) Meraklısına tavsiyemdir, Sabahattin Ali ile tanışın.. Pişman olmayacaksınız…
Son zamanlarda Sabahattin Ali'ye sardım iyice.Şu an "Sırça Köşk"ü okuyorum.Yıllar önce ilk okuduğum kitabı "Kürk Mantolu Madonna"ydı.Taşınırken bazı kitaplarımı sahafa götürüp satmak zorunda kalmıştım 💔 Sahaf "bu kitaplar para yapmıyor artık!" deyip 7 lira verdi bu kitaba karşılık.."İçimizdeki Şeytan"ı okurken ise "yüce rabbim; sen kaç çeşit,kaç farklı model insan yarattın böyle ? Lütfen beni anlaşabileceğim mizaçlara denk düşür" dedim.Ve "Kuyucaklı Yusuf"u okurken kaç yerde Yusuf'a sarılmak istedim bilmiyorum 🥀 sanırım benim için yeri daima hepsinden ayrı olacak :)
Sahaf ne düşünmüş bilemem ama Sabahattin Ali her çağda her dönemde kendine okur bulabilecek kadar koca yürekli bir yazar… Değindikleri insan olmanın sancılı yanları hep… Ben de çok severim, en çok da içimizdeki şeytanı… 🎈
Bence kitap yazmaktan daha zoru o kitaba isim bulmaktır.. tecrübe ile sabittir yani;).. bu kitapsa ismi cuk diye oturan kitaplardan.. Tüm kitap tek bir kelimede gizlenmiş.. hayata, insanlara, kurallara, bağlara ve duygulara yabancılık çeken bir adamın öyküsü.. olayları normal bir insandan farklı bir algılama tarzı olduğu için genele uymadığı için canı yanan bir adam.. sırf umursamaz olduğu için sırf toplumdakiler gibi düşünüp hareket etmediği için yaftalanan bir adam.. ama bence dürüst bir adam.. yalan söylemek yerine az konuşmayı seçen, insanlar sırf öyle sansınlar diye değil de içinden geldiği gibi yaşayan ve bu gücü de kendinde bulabilen güçlü bir adam.. saygı duyulası bir adam.. çünkü kaçımız bunu yapabiliyoruz ki?.. çok az değil mi.. kitabın sonuna gelince yine üzüldüm.. bir şeyleri değiştirmek istedim.. ama yapamadım.. insanların dar kalıplarına mahkum edilen o yabancıyı ben unutmayacağım.. ve o kalıplardan etiketlerden hep nefret edeceğim.. hep ettiğim gibi.. karşımızdakini sadece insan olarak görmek bu kadar zor mu? Bunun dışında kurgu ile ilgili de bir şeyler söylemek istiyorum.. kitaptaki tüm olaylar o kadar güzel birbirine bağlanmış ki hiçbir satırın hiçbir ayrıntının boşa gitmediğini göreceksiniz.. ve bu da her kitapta bulunur bir özellik değil.. dili de kesinlikle sizi yormayacaktır.. zaten kahramanımız o kadar düz ve basit düşünüyor ki.. bu duruluk karşısında hayrete düşüyorsunuz.. ne diyeyim ki sevmiştim seni adamım..;)
Madam Bovary... Boşa harcanmış bir hayatın hikayesi.. bir doyumsuzluğun romanı, Madam Bovary.. yazacağım kelimeleri özenle seçiyorum.. hem bir sürü şey demek istiyorum hemde ne diyeceğimi bilemiyorum.. insan göz göre göre ama aynı zamanda da alabildiğine bir körlük ve aldanışla nasıl da hayatını mahveder bunun öyküsü işte.. sanki bir bataklığa düşmüşçesine geçen her sayfada Emmanın daha da çok çamura saplanmasını izledim.. Gözlerimin önünde Emma kendi yarattığı hırs ve doyumsuzluk çamurunda boğuldu.. etkileyiciydi.. ölümün soğuk yüzü, hayatın fütursuzca devam edişi.. çıkarılacak bir sürü ders vardı şüphesiz.. insan hayatını ne için ve kim için harcadığını iyi düşünmeli.. eğer biri sizi hayatından çıkarıp hiçbir şey olmamış gibi devam edebiliyorsa üzülerek söylüyorum ama verdiğiniz değere değmezmiş.. çünkü her şey bir yalan ve aldanmışlıktan ibaretmiş.. daha da kötü olan ise Emmanın sözde aşk adına ondan ona savrulurken kendini kandırışıydı.. insan nasıl böylesine kendini aldatıp sonra da bu uğurda ölür ki..tüyler ürpertici.. düşünsenize Emma tüm o bedeni arzularını doyururken hiç sevmemiş ve sevilmemiş bir kadın.. ya da sadece kocası tarafından sevilip bununla yetinememiş bir kadın.. beni üzen bir çok ayrıntı vardı.. Emmanın çaresizligi.. hayatını mahvetmesine sebep olanların vurdumduymazlığı.. kocasının buruk sevgisi.. ve şüphesiz hikayenin en günahsızı Berthe.. madam bovary, kendi arzuları için üç hayatı birden mahveden bir kadının hikayesi.. insan hayatını mahvedecekse bile bunu kimin için yapacağını iyi seçmeli.. başka da ne diyebilirim ki; okuyunuz..
Zweig kitapları benim için hep kısa bir soluk almak gibi olmuştur.. ya da biraz şekerleme yapmak gibi..;) günün yorgunluğundan kurtulmak için bir bardak çay alır ve elinizdeki kitapla bir köşeye oturursunuz ya hani..(bu arada ben kahveciyim,)) işte o kitaplardan biri de bu kitap.. kısacık hikayeler olmasına rağmen bıraktıkları etki hissedilir derecede yüksek.. şunu da söylemem gerekir ki bilinmeyen bir kadının mektubu ya da bir satranç kadar beni etkileyemedi ama 24 saat için iyi iş çıkardı.. neden bilmem ama Zweig kitaplarındaki kadınların ortak paydası incinmiş olmaları.. Belki de yazarımızda en iyi iş yapan kadın profilinin acı çekmiş olanı olduğunu fark etmiştir.. acı neler yaptırmaz ki insana..;) bir de umut.. kitap zaten kısacık olduğu için çok da ipucu vermek istemiyorum ama yine hastalıklı bir tutkunun anlatıldığını dile getirebilirim.. o tutku karşısında kadının verdiği mücadele ve fedakarlık yer alıyor.. aslında her şeyin bir anda değişebilecek kadar hassas olduğunu, insanın başına ne zaman ne geleceğini asla kestiremeyeceğini gözler önüne seriyor.. uzun lafın kısası her şeyi göze alabilecek bir kadına karşılık leş bir tutkunun peşinden giden kör ve korkak bir adam.. anlayacağınız yaşanılmadan heder edilmiş yarım bir aşk hikayesi daha...
her kız babasına aşık, annesine hayran olmalı,
her erkek annesine aşık, babasına hayran olmalı.
kadın-erkek, karı-koca birbirini tamamlamalı ve bütün kainat için hayırlı insan olarak son nefese kadar çalışmalı
Galiba Dostoyevski amca bu kitabı kalplerimiz ezilsin diye yazmış.. Öyle ya taşı taşa ezdirmek de ona yakışırdı.. "Alın dedi size kalplerinizden daha büyük bir taş.. Yer çekimine güvenerek taaa uzaydan bırakıyorum bu taşı, belki özünüze geri dönersiniz diye..." Dostoyevski'nin kitaplarında yer alan yoksulluk temasının işlendiği bu çaresizlik duygusu beni öylesine etkiliyor ki nefret ediyorum insan icadı olan birçok şeyden.. Gerçekten tüm ruhum eziliyor okurken.. Sayfaları değiştirmiyorum da sayfalar yüzüme çarpıyormuş gibi hissediyorum.. Ve bu kitapta ilk kez bu denli hikayeye müdahale etmek istedim.. Yazılanları değiştirmek istedim.. Bir kalem verilsin bana dedim, tıpkı hayalimde tasavvur ettiğim bir Oğuz Atay gibi yazayım.. Yaptım da.. Ben yazarken farklı bir boyuttan fısıldandığına inanırım, bir sözcü olduğumuza kimi zaman... Bazen olanların önüne geçemeyiz yazarken ama yine de dur diyecek gücümüzün olması gerekir.. Hep derim Dostoyevski manevi amcamdır diye.. :) İşte bunun sağladığı bağa inanarak bu hikayenin sonuna bir sayfa ekleme yaptım.. İnanıyorum ki zamanın sonsuz döngüsünde bir şeyleri değiştirdim.. Benim başka türlü kalbime oturan bu taştan kurtulma şansım yoktu.. Galiba başka bir şey yazamayacağım.. Diyemem size şunu anlatıyor bu kitap diye, diyemem çünkü hissettiklerimi nasıl ifade etsem de kitaba eş değer bir ruh ve inceliğe kavuşsa bilemiyorum.. Benim bugün kalemim yetersiz kalıyor anlatmak için..