NOT : Aşkın gözü kördür.
Bu sıralar şizofren gibi mektupların olduğu kitapları okuyorum. Görünür de ne harika eserler olduğunu okurken yaşıyorum. Bana geçmiş dönemdeki zorlukları, ilişkideki sabrın derinliklerini gösteriyor.
Atalarımızın dediği gibi :
" Peh bizim zamanımızda böyle miydi? Teknoloji nerdeee o zamanlar..."
Keşke bizim zamanımızda da böyle olmasaydı diyorum bu eserleri okuyunca... Bizler de saf ve samimi aşkları, bu tür zorlu yollarla tecrübe etseydik.
Bir mektubun en erken 2 günde ulaştığı bir aşka tanık oldum. Bazen ulaşma süresi uzadı adresten, bazen de maddi problemler mani oldu mektubun gitmesine. İlk zamanlar Nahit hanımın bu ilişkiye pek yanaşmayarak iyice zorladığı bir dönemden görüşme döneminin özlemine ( hatta bir ara Orhan Veli artık at yarışlarından bahseder olmuştu :D) kadar yaşanılan bir duruma gelen aşk. Gündelik olaylardan bahsetmeleri, tanıdıklarını şunları şunları yaptı diye anlatmaları okur açısından bazen sıkıcı gelebilir. Fakat mektup sonuçta, o zamanlar sürekli aşktan konuşacak halleri yok ya :)
Nahit Hanım bazen Orhan Veli'yi çok yanlış anlayarak zor durumda bırakıyor mektuplarda. Fakat burada Orhan Veli'nin mükemmel sabrı ve sevgisi Nahit Hanımı kırmadan problemleri çözmesinde etkili oluyor. Meşakkatli bir aşk ama okundukça bizlere birçok şey katan bir aşktı onlarınki. Sabahattin Ali ve Aliye Hanım aşkı gibi çok samimi bir aşktı...
Çok beğendim. Okumak isteyenlere de tavsiye ederim :)
Kapı çaldı. Bir çocuk bir su bardağı uzattı. İftara bir saat kadar vardı:
– Abla dedi, annem çorbaya koyacakmış bir bardak pirinç istedi. Tamam dedim, ama merak ettim.
– Sen kimin kızısın bakayım diye soruverdim. Üç ev aşağıda birileri taşınmıştı en alt kata. Orayı tarif etti. Pirinci verince de utandı sanki çekip hemen gitti.
Ertesi gün aynı
Gecenin üzerime örttüğü çiy damlalarından kurtulup, doğrularak günün ilk öğününü, belki de mideme girebilecek birkaç lokmayı bulabilmek için hayatın içine atılıyorum. Benim olan tek şey şuradaki boş çöp tenekesinin yanında duran karton parçası. Gecenin ayazında bedenimin bütün sıcaklığını çekti oda. Beni sömürdü resmen, taş gibi kalktım yattığım
“Girit’te zamanında ezilmesi gereken kafaları ezmedik de kendi kafamızı ezdirdik. Ah Girit, ah!.. Sen duvaklı bir gelin, kınalı bir kızmışsın. Duvağını Rum eşkiyası açtı. Kınalı parmaklarını eşkiya kesti. Ah Girit, ah!.. Her seherde buhur gibi tütüyorsun burnuma.
‘Anavatanımızda gün görürüz,’ dedik,
Anadolu’ya geldik. Ama nerdeee? Ha Girit, ha Söke.. Hiç fark yok. Orada da Rumların borusu ötüyor, Söke’de de. Herkes ‘Bu gece beni de öldürebilirler!,’ diye korkuyor. Akşamdan kandillerini söndürüp yatıyor. Aynı Girit’teki gibi.. Orada da Türkleri öldürürlerdi. Katiller kesin olduğu halde, ‘Bize iftira ediyorsunuz,’ derlerdi. Suçlu biz olurduk. Hem ölen biziz, hem suçlu olan. Bu çark - hiç değilse - anavatanda böyle dönmemeli!”
içeri bir amca girer, tansiyon ilaçlarını, değerini vs sorar. Sonra gözleri bir şeyleri arayarak duvarlara bakarken saate mi bakmıştın diye sorar kız. Hayır Atatürk'ün fotoğrafını arıyorum der amca. Tamam işin rengi belli oldu diye içinden geçiren kız, yok amca neden sordun diye geri cevap verir. Sonra taa masasına kadar gelerek anlatmaya başlar. Yok şöyle kahraman böyle muazzam, zekası dillere destan öngörüsü milleti kurtaran falan falan filan.
Tâbi baygın gözlerle dinleyen kızın gözleri İslam deyince açılır. Neymiş İslam ile başını kapatınca bilimden geri düşmüşüz, Atatürk bilime çok önem verdiği için biz insan gibi hayat yaşamışız ve daha niceleri. Tabi yeni bir önerme yok, klasik kemalist söylemler. İnsan biraz özgün olur, beyin fırtınası yapar ama nerdeee. Dediği her şeye anında cevabı yapıştıran kız, amcanın ukala tavrına ya sabır çekerek ah ulan amca yürü git işine diyorken amca gittikçe hiddetli konuşmaya başlar. Ama kız nezaketiyle, sakin ama mantıklı cevapları ile amcayı ezer lakin amca bunu anladı mı bilinmez. Gökten düşen üç ilaç da senin üzerine be amcam🙄. Bugün de sana dua edeceğiz demek.