Kalabalığın büyük kısmı çözülen asker duvarını aşmış, vagonlara hücum etmişti bile. Pencerelerden sarkan Osmanlı askerleri kendilerine uzatılan, hiç olmazsa vagona doğru fırlatılan erzak paketlerini yakalamaya uğraşıyor, yakalanan hemen içeri alınıyordu. Yere düşen paketse tekrar fırlatılıyor, bu böyle sürüp gidiyor, bir izdihamdır yaşanıyordu.
Pencereden sarkmış genç bir zabit, “Burası neresi?” diye sordu o sırada. Yüz çizgileri ince, kumral ve yakışıklı bir adamdı.
“Gence” diye bağırdı yaşlıca bir kadın, “Şehrin ahalisi Türk’tür oğul.”
Bu kez “Ana, su!” diye bağırdı genç zabit.
Yaşlı kadın bakır ibrikten çinko, kırık bir tasa doldurduğu suyu pencereye doğru uzatmak istedi fakat boyu o kadar kısaydı ki mümkünü yoktu. Yanaklarından sağlık fışkıran genç bir kız durumu fark etmişti o sırada. Kimsenin kimseye yardım edecek hali, vakti yoktu. Bir an sağına soluna bakınan genç kız, fazla düşünmedi, yaşlı kadını bir çocuk gibi kucaklayıp pencereye doğru kaldırdı:
“Dökme anne. Sıkı tut.” Su, yerine ulaşmıştı.
Bu sahne zabiti bile gülümsetmişti. O gülümseme arasında kızla göz göze geldi.
“Adın ne?” diye bağırdı pencereye doğru kız.
Cevap geldi. “Murat.”
“Peki ya senin?”
“Bulak.”
Hepsi bu.
Belkide sevmek; onun sesinin her şeyin üstünde olması demek. Belkide sevmek birinin sesini sevmek, düşünmek istemezken baştan sona hafızayı onunla donatmak demek. Belkide sevmek sen demeksin, sen demek sevmek demek. Sevmek istersen buradayım. Orası neresi diye sorma. Burası senden gidemediğim yer ...
Yığınla soru var cevaplanması gereken.
Gözlerini ilk açtığında, ilk adımını atarken, her kapı açılışında, dışarı ilk çıktığın andan itibaren, bir ormanda can havliyle sağa sola koşturup duran hayvanlar gibi ortalık dolaşan sorular. Farklı renklerde, farklı şekillerde, ne yapacağı ve nasıl bir zarar verebileceği önceden kestirilemeyen sorular.
Yeryüzünde ilk söylenen cümle bir soru cümlesi midir?
“Ben kimim?"ler, "Bu insanlar nereye gidiyor?"lar , "Burası neresi?"ler, nedenler ve nasıllar…
Şimdi bulabildiğim tüm soru cümlelerini üstüste yığıp, bulabildiğim en merhametli cevabın dizlerine yaslamak istiyorum başımı. Bulabildiğim en müşfik cümlenin önünde bir an olsun düşünmeksizin iyiden iyiye bitik, yorgun vücudumu yere bırakmak istiyorum. Uzanmak ve hangi günahtan kalma olduğunu kestiremediğim acıların yoğunluğunu bir parça olsun üzerimden atmak istiyorum.
Uyumalıyım…
Uzunca bir süre.
Sınırların, para birimlerinin, zaman ölçülerinin değiştiği çağlara dek.
Kara Balık öğle olana kadar gitti.
Artık dağ ve vadi bitmişti ve ırmak dümdüz bir kırdan geçiyordu.
Sağdan soldan birkaç küçük çay da ırmağa katılmış ve su bir o
kadar çoğalmıştı. Kara Balık suyun çokluğundan zevk alıyordu.
Birden kendine geldi ve suyun dibinin olmadığını gördü.
O yana gitti, bu yana gitti, hiçbir kenara ulaşamadı.
“Ay:
- Selam Küçük Kara Balık. Sen neredeydin, şimdi burası neresi?
Balık:
- Dünya seyahatine çıktım.
Ay:
- Dünya çok büyük. Her tarafı dolaşamazsın.
Balık:
- Olsun; gidebildiğim kadar gideceğim.”