“Ama niye böyleydi? Hayat bu savaştan, bu kıyımdan ve sıkıntıdan ibaretse, neden hazza ve güzelliğe özlem duyuyoruz? Sığınacak, huzur bulacak yer yoksa, huzurlu yerleri düşlemek bile budalalıksa ve bir tuzaksa, neden böyle düşlerimiz var? Hiç şüphe yok ki bizi bu noktaya getiren bayağı arzularımız, bozuk niyetlerimiz değildi; bizi sevgi soyutlamıştı. Sevgi onun gözlerine girip, güzelliğine bürünüp hayatımdaki her şeyden daha ihtişamlı bir şekilde, hatta hayatın kendisi suretinde bana gelmiş, beni uzaklara çağırmıştı. Tüm sesleri susturmuş, tüm soruları cevaplamış, sonra da ona gelmiştim. Ama birdenbire, savaş ve ölüm dışında hiçbir şey kalmamıştı!”
Aklıma bir fikir geldi. “Neticede,” dedim, “sadece bir rüya da olabilir.”
“Rüyaymış!” diye öfkeyle haykırdı, “rüyaymış... Şu anda bile...”
İlk defa yerinden kımıldadı. Yanakları belli belirsiz kızardı. Elini kaldırdı, yumruğunu sıkıp dizine indirdi. Konuşmanın geri kalanı boyunca bana bakmadı. “Birer hayaletten ibaretiz,” dedi, “ve hayaletlerin hayaletlerinden; arzularımız kara bulutlar, iradelerimiz hortuma kapılmış otlar gibi. Günler geçiyor; bir tren, ışıklarının gölgelerini nasıl taşırsa bizi de öyle sürüklüyor — öyle olsun, Gerçek ve mutlak olan tek bir şey var, geri kalan her şey ya önemsiz ya da hepten beyhude. Onu, rüyamdaki o kadını sevdim. Artık ikimiz de yaşamıyoruz!
“Rüyaymış! Gerçek yaşamımı yatıştıramadığım bir kederle dolduran, uğruna yaşadığım ve önemsediğim her şeyi değersiz, manasız kılan bir şey nasıl rüya olabilir?