Ömrünün fasl-ı baharını neden aynı döngüye mahkum eder insan...
Kendi kabuğunu aşamayan,
hep aynı sığlıkta debelenerek kendini kurban eder mi insan.
Adım silinsin,izim kalmasın istiyorum demiştim ya Ali Lidar'ın "belki kadar kesin ve keşke kadar imkânsız" dizesine takılı kalmışken..
Zaten bı iz bırakmadan kaybolup gidişime tesselli İbrahim tenekeciyi bulmuşken, hani o demişti;
"Rabbim sen olmasan Kimin aklına gelirim ben."
Seni hiç unutmayan Rabbine sunacak güzel bir hikayen yokken...
Yaşından yorgun..yaşam tembelliği sanılan bu ağrılar kimden emanet,hangi alemden sirayet bilmiyorum.
Durup durup ölüm var diyorum kalbime..
Kazınan 'huvelbaki'bile çok koşmaya, durmadan koşmaya yetmiyor....
Aklım kadar karışık, gönlüm kadar damıtılmaya muhtaç bir ömür bırakıyorum geriye..
Her adımda biraz daha savruluş...
Hayatta amaçsız ve parasız bir savruluş hikayesi. Yakışıklılık ve zekanın yönlendirilememesi. "Soytarı" karşıyı tatminkar olma, utangaçlık, cesaretsizlik, korku ve kaygılar. Sanırım düşük ego. Egoya duyulan korku. Yine de yazar olup insanlara bu kadar ulaşmış olması kaderinin başarısı sanırım. Ben bungou stray dogs dolayısıyla seviyordum
Türkiye toplumu hiçbir anayasasını biçimsel bir toplum sözleşmesine dönüştüremedi. Yaşam biçimiyle devletin mimarisini ve o mimarinin götüreceği istikameti belirleyen anayasalar, Türkiye tarihinde daima bir kesimin diğer bir kesime kendi tasavvurunu kabul aracı olarak kullanıldı. Bunun istisnası yok maalesef.
Esasında bu da sosyolojinin siyasete – ya da politik mücadeleye – yansımasıdır. Diğer bir ifadeyle anomali normaldir. Önce içtimai savruluş, ardından politik kaos geliyor. Türkiye’de de olan budur.
Bu devlet sürekli “birilerinin devleti” oldu, tüm toplumun devleti olamadı. Çünkü tüm toplumun üzerinde birleştiği bir tür gayrı resmi ve sivil anayasa olmadı.
Devlet toplumun örgütlenmiş halidir. Ama bu normal toplumlar için geçerli. Eğer sosyolojiniz toplum değil, paralel toplumcuklar ürettiyse, çatı bir devlet ve onun birleştirici bir anayasası üzerinden ortak gelecek ve ortak erek tespit ederek mutlu-mesut yaşamak mümkün olmuyor.
Yönsüz devlet, yönsüz toplumların kaderidir.
Elimde büyüyen adam için tasalandım birden. İsmini hatırlayamadım. İsimsizdi. Bu da tıpkı kimsesizliği, ezilmişliği, hırpalanmışlığı kadar gerçekti. Şimdi, gerçekliğinin bu yeni yanı, eski yanlarıyla birleşip heyulalar peyda ediyordu.
plan yapma yorulursun
kaderi tasarlama boşuna
suya düşer planların
gözün uymaz olur kaşına
sana boynunun bilmediği bir eğimle
gövdene teslim olacak bir duruş gerek
bilme. bilirsen kovulursun
sana cehaletle unufak olacak bir savruluş gerek
Artık tatlı hisler uyandırmak şöyle dursun bıkkınlık ve bulantıdan başka hiçbir mana ihtiva etmeyen mavilin kucağında katre katre eriyorum.
Bir bina, kubbe, ağaç, kara hayvanı, taş ve hatta bir avuç toprak… Birisi bana günün birinde bunların hasretini çekeceğimi söyleseydi onun keçileri kaçırdığına hükmederdim. Ama şimdi böcek ısırıklarıyla nakışlanmış ayaklarım, hiç olmazsa rüyalarımda toprağa değsin diye dua ediyorum. Kendimi yadırgıyorum. Âlemin merkezi İstanbul’dan âlemin meçhul diyarlarına… Alfonso’nun tabiriyle: ‘Ne yaman bir savruluş.’
İyi değilim bu günlerde, savruluyorum oradan oraya. Nasıl hissedeceğimi bile bilmiyorum.
Olumlu baksam polyanacılık mı yapıyorum derim, olumsuz baksam inancıma dokunur bir kere . Belirsizlikler denizinde yüzme bilmeyen bir balığım sanki kayboluyorum akışta. Kim olduğumu ve nerden nereye savrulduğumu bile unutmak istiyorum ama
UNUTAMIYORUM. Ağır geliyor bu yükler, taşımakta bi hayli zorlanıyorum ama anlatmak bile gelmiyor içimden, öyle yabancıyım ki yaşadığım bu hayata. Bu gerçekten benim hayatım mı diye düşünüyorum gecelerce. İnanamıyorum çünkü artık kendim gibi bile değilim. Yunus Emre'nin deyişiyle bitirmek istiyorum.
"Beni bende demem bende değilim
Bir ben vardır bende benden içeri".
“Kırlangıç yanlışlıkla bir odanın içine uçar.
Dönmeye başlar, girdiği açık pencereyi bulamaz.
Habire, içeriden gökyüzünü gördüğü pencere camlarından geçmeye çalışır. Giderek kanatlarini daha telaşlı çırpar, tahta bir kaynana zırıltısı gibi sesler çıkarır - hani o sapından tutup çevirdiklerimizden.
K u ş
c a m a
i n a n m a z.
Kendisini gökyüzünde zanneder, ama uçamadığını keşfeder.
Kanatlarını çırparak duraksar.
Tekrar camlardan birine doğru bir hamle yapar; sanki bu sefer hızı sayesinde içine hapsolduğu ağı parçalayanbilecekmişcesine.
Oysa cama çarpar ve sersemler.
Her hamleden sonra küçük tüylerden oluşan kuş biçimli kutu daha kötü sarsılır ve kalbi kanatlarından hızlı çarpmaya başlar.
Gagasının altında bir damla kan belirir.
Cama her vurduğunda bir damla daha oluşur.
Nihayet, son çılgınca savruluş sırasında bir mucize olur.
Hedeflediği pencere camını şaşırır ve açık olandan geçer.
Açık havada olduğu hemen -daha kuyruğu çerçeveden çıkmadan- anlar. Bir cıvıltı çıkarır.
Kısa, zor duyulan ama apaçık bir neşe cıvıltısı.”
John Berger/Kral
Topla dağınıklığını acılarımı o anılardan kalma ağlarla örterken. Şimdi bir sabah iki yüzü zemheri, keskin birer boşluk ve bir savruluş ki hıçkırıklar çiseliyor içimin yamaçlarında.
#NehirlerZindanlaraDökülür kitabından
Herkese merhaba arkadaşlar. Bugün karşınıza Amin Maalouf ve onun “Afrikalı Leo” kitabı ile geldim. Bu kitap Maalouf’un ilk romanı özelliğini taşıyor. Ayrıca yazıldığı zaman da Fransız-Arap dostluk ödülünü de almış.
Kitapta, başta adı Hasan olan daha sonra Afrikalı Leo’ya evrilecek olan ana karakterimizin bebekliğinden ölümüne kadar ki hayatını