İnsanlar acayip yaratıklar. Bir şeyi bir defa nasıl bellerlerse
sonuna kadar öyle gidiyorlar. Artık hiçbir şey onların gözünü açmıyor. Beni bir kere fena
tanıdılar. En büyük hakikati söylediğim zaman da inanmıyorlar. Siz de gerek bütün
maziniz ve bilhassa başınızdan geçen mahkemedeki sözleriniz dolayısıyla doğru bir insan
olarak tanındınız. Artık günün birinde bir yalan söyleseniz bile kimse buna ihtimal vermez.
Hatta yalanınız ispat olunsa da yine inanmazlar. Yanlışlık derler. İşin içinde iş var derler.Fakat Selim Pusat yalan söyledi demezler. İnsanların sık sık "Gözümle görsem inanmam!" dediklerine dikkat etmişsinizdir. Bu ne demektir? İnsan gözüyle gördüğüne de inanmayacaksa görmenin mânâsı kalır mı? Bu, doğrudan doğruya ilk inanca sadık
kalmanın neticesidir. Yani insanlar bir nevi hastadır.
Işığın sesi gürledi:
– Selim Pusat! Suçun için kendini savun!
Selim, önce duraksadı. Daha sonra aklını ve iradesini toplayarak cevap verdi:
– beni sen savun!
Işık, kasırga haşmet ile sordu:
– neden?
– beni yaratmadan önce kaderimi çizen sen değil misin? Suç işlediysem yaptıran sen değil misin? Bunun savunmasını senden başka kim yapabilir?
– Tanrı yalnız yaratır ve yok eder. Hesap vermez.
Mikail Söze başladı:
– Selim Pusat benim haklarıma da ilişti. Ben en güzel ve iç açıcı yağmurları yağdırdığım gibi öldürücü kasırgaları da estirir, ılık güneşle beraber kavurucu güneşi de parlatırım. Bu sanık öyle bir sevgiye tutuldu ki gönlünde nisan esintileri ile birlikte karakış boraları da esti. Zaman zaman ağustos güneş ile kavruldu. Bana rakip oldu. İradesini kullanamadı.
Cebrail söze başladı:
– Selim Pusat büyük günahlar işledi. Ben görevi bitmiş bir melek olduğum, kıyamete kadar dinlenmek hakkını kazandığım halde bu hakkıma ilişti. Onun gönlünden geçen fırtınalarla rahatsız edildim. Halbuki bu fırtınalar yalnız ben peygamberlere vahyi götürürken duyulurdu. Kendisinden yirmi beş yaş küçük bir kızı sevdi ve hepsinden daha kötü olarak bu sevgiyi açığa vurdu.
Selim Pusat, odanın içinde kilometrelerce yürümeye alışmıştı. Yürümek ne güzel şeydi. Piyade subayı olduğu için yürümeyi sevmiş, sonra bu, kendisinde itiyad haline gelmişti. Hapisteyken, hücrenin üç metrelik mesafesinde saatlerce yürür, halsiz kalıncaya kadar gezinirdi. Şimdi o hücreye göre bir talim meydanı kadar geniş olan odada gidip gelirken şüphesiz daha memnundu. Fakat artık sevinç ve kederden bir şey anlamıyordu. Alıştığı hüzün, esas tabiatı olmuştu. 
"Askerlik öldü general! Sinsi siyasetçilere sırf üniformalı oldukları için asker diyemem! Asker olduklarını kapımda bekleyen inzibat teğmenleriyle erlerine öğretiniz. Üniformalı politikacılardan aldıkları telkinle bana, Önyüzbaşı Selim Pusat’a selâm vermiyorlar. Önyüzbaşı Selim Pusat da onlardan aldığı dersi daha yukarılara ulaştırmaktan başka bir şey yapmıyor"
Selim Pusat damdan düşer gibi, Ayşe’yi âdeta şaşkına döndüren bir soru sordu:
- Tasavvuf nedir?
(...)
- Din felsefesidir! diye cevap verdi ve Pusat’ın vereceği alaylı karşılığı bekledi.
Selim Pusat o zaman çocukluğunda, gençliğinde ve daha sonra ana kalbine, ana şefkatine dair okuduğu yazıları, şiirleri, dinlediği türküleri, atasözlerini hatırladı ve kâinatta kendisini düşünen sadece anası olduğunu anlayarak ona karşı gösterdiği vefasızlıktan içi sızladı.
İnsanlar acayip yaratıklar. Bir şeyi bir defa nasıl bellerlerse sonuna kadar öyle gidiyorlar. Artık hiçbir şey onların gözünü açmıyor. Beni bir kere fena tanıdılar. En büyük hakikati söylediğim zaman da inanmıyorlar. Siz de gerek bütün maziniz ve bilhassa başınızdan geçen mahkemedeki sözleriniz dolayısıyla doğru bir insan olarak tanındınız. Artık günün birinde bir yalan söyleseniz bile kimse buna ihtimal vermez. Hatta yalanınız ispat olunsa da yine inanmazlar. Yanlışlık derler. İşin içinde iş var derler. Fakat Selim Pusat yalan söyledi demezler. İnsanların sık sık «Gözümle görsem inanmam!» dediklerine dikkat etmişsinizdir. Bu ne demektir? İnsan gözüyle gördüğüne de inanmayacaksa görmenin mânâsı kalır mı? Bu, doğrudan doğruya ilk inanca sadık kalmanın neticesidir. Yani insanlar bir nevi hastadır.
“Evet, o romanda ki Selim Pusat kendisidir. Devamlı bu romandan bahsederdi. Derdi ki; Hasan bir roman yazıyorum. Sen onu göreceksin, çok önemli. O benim hayatım…”