Yavaşlığın keyfi neden yitip gitti böyle? Ah nerede şimdi geçmişin aylakları? Halk türkülerinin tembel kahramanları neredeler, bir değirmenden ötekine sürüklenip duran, açık havada yıldız palasta uyku çeken şu serseri tayfası nerede şimdi? Kır yollarıyla, çayırlarıyla, harman yerleriyle, doğa güzellikleriyle nereye gittiler? Bir Çek atasözü onların tatlı aylaklıklarını bir eğretilemeyle tanımlar: Tanrının pencerelerini seyrediyorlar. Tanrının pencerelerini seyreden kimsenin canı hiç sıkılmaz; mutludur. Günümüz dünyasında işsizlik’e dönüştü aylaklık; aynı şey değil kuşkusuz: İşe yaramaz hisseder kendini işsiz insan, canı sıkılır, yoksun kaldığı devinimi arar durmadan.
Dikiz aynasına bakıyorum: Karşı yönden gelen arabalar yüzünden bir türlü beni sollayıp geçemeyen aynı araba. Sürücünün yanında bir kadın var; adam kadına neden gülünç bir şeyler anlatmıyor acaba? Elini niçin onun dizine koymuyor? Bunu yapacağına, önündeki arabayı yeterince hızlı sürmeyen sürücüyü lanetleyip duruyor; kadına gelince, o da sürücüye eliyle dokunmayı aklına bile getirmiyor, kafasının içinde onunla birlikte araba kullanıyor ve o da beni lanetleyip duruyor.
Bana gelince, ben Paris’ten bir kır şatosuna yapılan bir başka yolculuğu, Madame de T. ile ona refakat eden genç şövalyenin bundan iki yüzyılı aşkın bir süre önce yaptıkları yolculuğu düşünüyorum. Birbirlerinin ilk kez bu kadar yakınında duruyorlar, hızın yavaşlığının yarattığı o dile gelmez kösnül hava onları içine alıyor: Arabanın devinimlerine uygun olarak sallanan iki vücut birbirine dokunuyor önce rastlantıyla, sonra bile bile ve oluyor olacak olan, öykü başlıyor.