Demek ki on altıncı yüzyılda şairlik yeteneğiyle dünyaya
gelen o kadın, mutsuz bir kadındı, kendisiyle mücadele eden
bir kadındı.Hayatının bütün koşulları, bütün içgüdüleri,
beynin içinde ne varsa serbest bırakmak için ihtiyaç duyulan
ruh haline düşmandı. Yaratma eylemine en elverişli olan ruh
hali hangisidir, diye sordum. O tuhaf eylemi mümkün kılan ve
geliştiren bir ruh hali edinebilir mi insan? Bu noktada
Shakespeare’in tragedyalarının bulunduğu kitabı açtım.
Örneğin, Kral Lear’i ve Antonius ve Kleopatra’yı yazarken
nasıl bir ruh hali içindeydi? Şiire, gelmiş geçmiş en uygun ruh
hali içindeydi mutlaka. Ama Shakespeare’in kendisi bu
konuda bir şey söylememişti. Onun bu konuda ‘asla birkaç
satır karalamadığını’ tesadüfen biliyoruz. Belki de on
sekizinci yüzyıla kadar sanatçılar içinde bulundukları ruh
halinden hiç söz etmezlerdi. Belki de bunu başlatan Rousseau
idi. Her ne olursa olsun, on dokuzuncu yüzyılda özbilinçlilik
öylesine gelişmişti ki edebiyatçılar ruh hallerini itiraflarında
ve özyaşamöykülerinde dile getiriyorlardı. Onlar öldükten
sonra hayatları kaleme alınıyor, mektupları yayınlanıyordu.
Böylece, Shakespeare’in, Kral Lear’i yazarken neler
yaşadığını bilmesek de Fransız İhtilali’ni yazarken Carlyle’ın
neler yaşadığını biliyoruz; Flaubert’in Madame Bovary’yi
yazarken neler yaşadığını da; yaklaşan ölümü ve dünyanın
kayıtsızlığı karşısında şiir yazmaya çalışan Keats’in neler
yaşadığını da.