Bugün hayattaysak eğer, soyağacımızdan birileri “Ya o ya ben!” dediği için değil miydi? Belki de kötülüğün ağır basması bile değildi bu. Doğal olandı. Sadece bize çirkin geliyordu, o kadar… Ama doğada çirkinlik diye bir şey yoktu. Güzellik de.
Belki de dokuz yaşındaki oğluna verip verebileceği tek hayat dersi buydu. Elindeki tek hayati bilgi. Tek gerçek hayat dersi: Hayatta kal!
Ama hayatta nasıl kaldığını kimseye anlatma… Kimse anlatmasın nereden geldiğini. Kimse anlatmasın aldığı nefesleri kimlerden çaldığını.
Hayatı bir dağa tırmanmak gibi düşünen kişiler, kendi varoluşlarına çizgiler gibi davranırlar. Kişi, bu dünyaya gelir gelmez başlayan bir çizgi varmış, zirveye varana dek farklı boyutlarda türlü kıvrımlar çizerek ilerliyormuş ve en sonunda sınır noktasına, yani ölüme varıyormuş gibi davranırlar. Hayatı bir tür öykü gibi gören bu anlayış, Freudyen etiyolojiyle (neden atfetmek) bağlantılı olan bir fikirdir ve hayatın büyük bir kısmını 'yolda geçen' bir şeye dönüştüren bir düşünce tarzıdır.
Hayata bir çizgiymiş gibi davranmamak hayatı bir dizi nokta olarak düşünmek. Tebeşirle çizilmiş düz bir çizgiye bir büyüteçle bakarsan, bir çizgi olduğunu düşündüğün şeyin aslında bir dizi ufak nokta olduğunu görürsün. Doğrusal görünen bir varoluş, aslında bir dizi noktadır; yani, hayat bir dizi andan ibarettir.
Sadece burada ve şu anda yaşayabiliriz. Hayatlarımız sadece anlarda var olur. Bunu bilmeyen yetişkinler, gençlere 'doğrusal' hayatları dayatmaya çalışırlar. Düşünce tarzları, geleneksel çizgilerde kalmanın - iyi üniversite, büyük şirket, istikrarlı bir aile yaşamı - mutlu bir hayat olduğudur. Ama hayat çizgilerden veya bu tür şeylerden oluşmaz.