Herkesin sevdiği bir yemek vardır.
Ama her gün o yemeği yiyemezsiniz değil mi? Yerseniz sıkılır, keyif almazsınız.
Nazım Hikmet Ran
Mavi Gözlü Dev!
Öyle farklı biçimlerde yazmış ve içerikte öyle konulara değinmiş ki asla sıkılmıyorsunuz okurken...
Bütün eserleri...
Bir hayatın panoraması adeta.
Öyle güzel ki Nâzım Hikmet'e şahit olmak!
Yer yer
Tehlikeli Oyunlar da, diğer Oğuz Atay kitapları gibi, yine o hüzünlü hazzı yaşattı bana. En sevdiğim kitabı mı oldu bilmiyorum ama farklı bir iz bıraktığı kesin.
Hayat tarafından hayal kırıklığına uğratılmış Hikmet'in, bir yanda sevmediği karısı, bir yanda sevdigi kadın, komşuları, arkadaşlıkları ve günlük yaşantısıyla, zihninden geçenleri okuduğumuz bir 'tutunamama' hikâyesi. Ve yine tıpkı Tutunamayanlar gibi yorumlaması zor bir kitap.
Duygusal olan, hayata tutunamayan, insan ilişkilerinde sorun yaşayan herkes, bu kitapta kendinden bir şeyler bulacaktır. Özellikle anlaşılmadığını düşünen ve bunu dert eden herkes eminim şu satırlarda kendini bulacaktır: " beni anlamalısın, çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra beni kimse okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum..."
Fakat Oğuz Atay'ın romanlarını okumak için bence biraz sabırlı bir okur olmak gerekiyor. Ama lütfen sabredin, okuyun, çünkü Oğuz Atay okunmak istiyor. Bu nedenle Korkuyu Beklerken'i "Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?" diye bitirmişti.
Altını çizdiğim yerlersi dönüp tekrar tekrar okuyacağım, çok sevdiğim bir roman oldu.
Umarım daha çok okunur.
Tehlikeli Oyunlar, şubat ayı kitabımızdı. Eşlik eden herkese teşekkürler.
Şiir okumayı sever misiniz?
Ya sevmiyorsanız sevmek ister misiniz?
Şunu çok duyuyorum yakın çevremden: Şiir kitaplarını anlamıyorum, okurken duygu hissetmiyorum... Peki bunu hangi şairleri okuyarak denediniz? Şunu söylemek isterim ki Şükrü Erbaş'ın şiirlerini okurken duygu dünyasına kapılmamak oldukça zor. Özel bir çaba gerektirmeden alıp
Başlamadan bir iki soru sormak istiyorum. Mustafa İnan’ın öldükten 4 yıl sonra hizmet ödülü almasıyla, Oğuz Atay’ın değerinin öldükten sonra anlaşılmasının ironik tesadüfiliği hakkında neler düşünüyorsunuz? Sayfa 14’te(İletişim, 52.baskı) ödül mevzusunu öğrenince aklıma direk bu soru takıldı. İnsan neden ölünce değerlenir? Sonra syf 251’de: “Demek
"Beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum, ben Van Gogh 'un resmi değilim, öldükten sonra beni müzeye koyamazsınız..."
"Ben zaten o ilk acıyla ölmediğimde çok gücenmiştim hayata." (s. 21)
Acılarmış insanı güçlü kılan?
Öyle mi sahiden?
Yoksa her bir acı bir puzzle parçaları gibi eksiltiyor ve böyle böyle mi yol alıyoruz bir hiçliğe doğru?
Yaşarken anlaşılmaya mecburum, diyor ##$##yazarSeolar:i127.$$#$$ Biliyorum ölsek bile kimse anlamayacak bizi. Tıpkı yaşarken kıymeti
Beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum, ben Van Gogh’un resmi değilim, öldükten sonra beni müzeye koyamazsınız.. 🍁
Kağan: “Hayat yine de üzülmeye değer!
Nilgün: “Hayatın neresinden dönülse kârdır!”
1. Kısa Süreli Bir Yaşam:
Bu şekilde tanımlıyor kendisini
Nilgün Marmara : “durgun hayat kadını Nilgün”. Kısacık ömründe, eylemsiz bir şekilde yaşadığından olacak ki, kendisine bu sıfatı uygun görüyor. Durgun sularda yüzüp boğulmamak için çırpındı belki de hayatı
beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum, ben Van Gogh’un resmi değilim, öldükten sonra beni müzeye koyamazsınız.
Beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum, ben Van Gogh'un resmi değilim, öldükten sonra beni müzeye koyamazsınız...