Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Son alıntı...
Ben tarihi kur­gular alanında çalışan bir yazar olarak tanınıyorum ve göre­vim kurgu olayların gerçeğe taşınmalarını sağlamak, gerçeği hayal etmek. Bu kitapta bazı sahneleri kurgulamış olmamın amacı da gerçeğin delillerle sunulamadığı noktalarda işin gerçeğinin anlaşılmasına yardımcı olabilmektir. Sonuç olarak keşke II. Dünya Savaşı ile ilgili tüm bu kor­kunç olaylar kurgudur diyebilseydim, diye düşünüyorum ama ne yazık ki değiller! Irene hala havaya atılıp vurulan bir bebeğin görüntüsüyle yaşıyor ve hayatının sonuna kadar bu görüntüyle yaşamak zorunda kalacak. Ama şansına, o dönemle ilgili hatırladığı iyi ve kahraman­lıklarla dolu olaylar da var ve neyse ki onlar da gerçek! Jennifer Armstrong
Sayfa 266 - Say Yayınları, 1.Baskı 2009 İstanbulKitabı okudu
Demir Perde, Polonya'yı Batı'ya kapattığı için ailesinden ve arkadaşlarından haber alması zordu ama bilgi kırıntıları ona ulaştı. Binbaşı Rügemer'in Irene ve arkadaşlarıyla ilişkisi nedeniyle ailesi tarafından dışlandığını ve Hallerlerin Mü­nih'te ölene kadar onunla ilgilendiklerini öğrendi. Arkadaş­larının çoğu yeni hayatlar kurdukları İsrail' e göçmüşlerdi. Ne yazık ki annesinin, savaşın bitmesinden kısa bir süre son­ra öldüğünü de öğrendi. Polonya' daki komünist kontrolün bitmesi yönünde hiç umut görünmediğinden, kız kardeşini asla görememekten korkuyordu.
Sayfa 259 - Say Yayınları, 1.Baskı 2009 İstanbulKitabı okudu
Reklam
308 syf.
7/10 puan verdi
İlk bakışta aşk, mutsuz bir evlilik, iki kadın bir adam konusu gibi görünse de, bu konu temeline inşa edilmiş, üç ayrı bakış açısı, üç ayrı algılayış yaşayış biçimi, üç ayrı psikoloji ile detaylı bir şekilde monolog halinde önümüze serilen üç hikâye. Hatta bazen o kadar detaylı ki bazı gereksiz uzun cümleler yüzünden kopabiliyorsunuz, “aa bi dakika neyden bahsediyordu ya” diye başa sarabiliyorsunuz ne yazık ki ;) Üç bölüm, üç monolog ve her monolog madalyonun adeta diğer yüzü. İlk bölümün de en akıcı, en heyecanlandırıcı olduğunu, diğer bölümlerin bu anlamda gitgide vitesi düşürdüğünü söylemeden geçemeyeceğim. Kitap bende vaauuvvv! etkisi yaratmadı ama sevme kavramının, sevme şekillerinin, sevebilme yetisinin, hayattaki sıkışmışlıkların, kişilerin mücadelelerinin, arayışların, beklentilerin, hatta savaşı tecrübe etmenin farklı psikolojik ve sosyokültürel perspektiflerde güzel irdelendiği, düşündüren bir kitap olmuş.
İşin Aslı, Judit ve Sonrası
İşin Aslı, Judit ve SonrasıSandor Marai · Yapı Kredi Yayınları · 20192,069 okunma
50 syf.
7/10 puan verdi
Açıkça söylemek gerekirse ben Zweig okumayı çok fazla sevmiyorum. Ucuz oldukları için okumayı tercih ediyorum. Zweig’ın ayrıntılara önem vermemesi ve yüzeysel üslubu okumayı ferahlatıyor evet ama hikayenin içine girmeyi ve olayları benimsemeyi zorlaştırıyor bence. Diğer okuduklarıma nazara en çok Clarissa’yı sevmiştim ama ne yazık ki yazar bu kitabı bitirememişti. Lyon’da Düğün 3 ayrı öyküden oluşuyor ve ilginç bir şekilde bu 3 kısa öyküyü okumak bana Clarissa’dan daha fazla keyif verdi. İlk öykü (Lyon’da düğün) baştan sonra tam dozajında bir öyküydü. Ayrıntıya gerek duymadan da güzel bir duygu geçişini ve hikaye keyfini sağladı bana. 2. Öyküde (iki yalnız insan) olaylardan ziyade sadece duyguları özümsedim. Çok kısa olması biraz dezavantajdı burada. 3. Hikaye (Wondrak) yeterli ayrıntıları ve hikaye oluşumu açısından çok başarılıydı. Ancak ne yazık ki bu hikaye de bilinçli ya da bilinçsiz yarım bırakılmıştı. Sonunu okumayı çok isterdim.
Lyon'da Düğün
Lyon'da DüğünStefan Zweig · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 202131,1bin okunma
Ne kadar zor olabilirdi ki iyileşmiş taklidi yapmak? Ne de olsa deliliğim, ne röntgenler, ne tomografiler ve kan testlerinde çıkan türdendi! Hiçbir x-ray cihazının yakalayamayacağı bir hastalık taşıyordum içimde! Kimsenin varlığından haberi olmadan, dünyayı bile gezebilirdim. Ama ilk yapmam gereken hastanenin kapısından çıkmaktı. Bunun için de ne yazık ki birilerine çıplak elle dokunmam gerekiyordu. Üstelik bunu da çığlık atmadan ve içimi işgal eden ağrıdan ötürü yüzümü buruşturmadan yapmalıydım. Belki de birkaç alıştırma ile başlamalıyım diye düşündüm. Birkaç deneyle…Tabii ki tıp tarihi ortadaydı ve ben de, vicdan sahibi bütün bilim insanları gibi deneylerimi ilk önce hayvanlar üzerinde yapacaktım! Önce onlara dokunacaktım. Gerisi elbet gelirdi. Bir şempanzeye dokunmakla bir insana dokunmak arasında ne kadar fark olabilirdi ki? İkisi de aynı primattan gelmiyor muydu? Adem denilen primattan… Evet belki biri diğerinden daha zekidi doğru! İçgüdülerini kullanıp şempanzeliğe sapmış ve evrimine doğayla uyum içinde devam etmişti. Diğeri de bütün salaklığıyla, tatminsizlikten geberen bir yaratığa dönüşmüş ve kendini doğanın dışında bulmuştu. Ama bütün bunlar beni ilgilendirmiyordu, çünkü dokunduğum etin kaça kadar sayabildiği ya da dünyanın sonunu getirip getiremeyeceğinin hiçbir önemi yoktu. Sonuçta et etti! İğrençti ama dokunmalıydım.
İş onlarla mücadele etmeye geldiğinde sen de benim kadar hatta benden daha zayıfsın. Ne yazık! Gücün ve sağlığın yerinde olsa benim kurtarıcım olurdun ama artık sadece beni anlayabilir, benimle birlikte sevinebilir üzülebilirsin. Bu Tanrının benden diğerleriyle birlikte almayı unuttuğu son mutlulukmuş.
Reklam
Dostoyevski'den kaynaklanan Rus kültür geleneği benim gözümde olağanüstü büyük önem taşır. Günümüz Rusya'sında bu gelenek, ne yazık ki pek o kadar geliştirilememiştir. Hatta ihmale uğradıkları, dahası tamamen yok farz edildikleri bile söylenebilir. Bunun bir çok sebebi bulunur, en önemlisi de bu geleneğin temelde materyalizmle bağdaştırılamaz olmasıdır. Bugünün Rusya'sında Dostoyevski'nin bu tür bir ihmale uğramasının bir sebebi, yazarın kahramanlarında rastlanan, daha doğrusu yazarın bütün eserine sinmiş, ayrıca takipçilerinin en belirgin özelliklerinden biri haline gelmiş 'fikri bunalım' olsa gerektir. Günümüz Rusya'sında 'fikri bunalım' olgusundan niye bu kadar çok korkuluyor acaba? Benim gözümde 'fikri bunalım' her zaman bir sıhhat belirtisi olmuştur. Zira bence, 'fikri bunalım' kendini bulma, yeni inançlara kavuşma çabasıdır. Fikri bunalıma, fikri sorunlarla yüz yüze gelmekten çekinmeyen herkes, eninde sonunda düşmek zorundadır. Başka türlü olması da beklenebilir mi? Hayatın uyumsuzluklarla dolu olmasına karşın ruhumuz uyum diye yanıp tutuşmaz mı? İşte bu çelişki, hareketin uyarıcısı, ama aynı zamanda acılarımız ve umutlarımızın kaynağıdır. Bizim fikri derinliğimizin, manevi imkanlarımızın onayıdır.
"Dünyada zamanın akışı içinde bazen önemli anlar vardır. Bu anlarda evrendeki her şey, en uzak yıldıza kadar, tek bir defaya özgü olmak üzere,bir durum alırlar. Ne daha önce, ne de daha sonra, bu duruma bir daha gelinmez. Ne yazık ki, insanlar bundan yararlanmasını bilmiyorlar ve yıldız zamanları belirsizce kayıp gidiyor. Ama bunu bilen biri oldu muydu, dünyada çok büyük olaylar olur."
Yazık...
Burnunun direği sızlıyor ama ağlaması mümkün değil. Yusuf, beş yaşındayken çoban köpeğinin ısırmasından sonra hiç ağlamadı, hiç... Köpekten korkup ağladığı için babasından okkalı bir tokat da yemişti. Köpekten korkmak, hele hele ağlamak da ne oluyordu? Şimdi de bir kadın için... Bir kadın için ağlamak.
Sayfa 31 - Milliyet YayınlarıKitabı okuyor
Adrian sen ben misin?
"Hâlâ tanımıyor musunuz beni ? - Nasıl "hâlâ"? sizi hiç tanımıyorum... İnsan bir saatte tanılmaz." "Yazık!" dedi Adrien,üzüntüyle başını öne eğerek. "Bense, hiç olmazsa bir insanı sevmek için zamanın hiç önemi olmadığını sanıyordum" -Evet ama,bir insanı sevebilmek için,ilkin onu tanımak gerekir. -Tam tersini söylemeli: Bir insanı tanıyabilmek için ilkin onu sevmek gerek. İlgilendiğimiz insanlar bize kendilerini sevdirirler,böylece onları tanımamıza izin verirler. Bütün kalbleri açacak ancak sevgidir, sanıyorum. "
1.000 öğeden 11 ile 20 arasındakiler gösteriliyor.