"Şöyle tasavvur et ki, kainat bir denizdir, biz insanlar ise meçhul bir semte doğru yol almış giden 'hayat gemisi'nin yolcularıyız. Dalgaların çarpıntısı ile sallanan geminin içinde bizde sallanmaktayız. Bununla beraber kimimiz kazan ağzında ocaklara kömür atıyor, kimimiz güvertede elleri arkasında gezinip bakınıyor, kimimiz de kaptan köprüsünde önünde pusula, dümen tutuyor... Ne demek istediğimi tabii anlıyorsunuz. Hepimiz, etrafımızdaki her şeyle beraber, geminin sallantısına uyarak eğilip ırgalanıyoruz. Fakat, aynı zamanda ayrıca kendimize mahsus hareketler de yapıyoruz. Ve hissediyoruz ki, eğilip ırgalanma şeklindeki birinci nevi hareketler 'bizim' değildir. Bunlar tabiat faktörlerinin eseridir. İkinciler ise 'bizim'dir. Bunların yapımcısı ve sahibi bizizdir.
Gerçi iyi düşünürsek, berikiler de birinci nevi hareketler gibi 'yaratıcı kudret'in var edici görünmez eliyle vukua gelmektedir. O sonsuz denizi çalkalayıp gemimizi sallayan kudretle, güvertede bizi gezdirip etrafa bakındıran; kah güldürüp, kah ağlatan, hülasa bizi var edip hayat sahnesine gönderen kudret -adına ister Tanrı de, ister Dieu- hep aynı kudrettir. Şu farkla ki, bu ezeli ve namütenahi kudret, 'bizim' dediğimiz hareketlerde doğrudan doğruya değil de bizim benliğimiz vasıtasıyla müessir olmakta; eserle müessir arasına, sanki üçüncü bir varlık olarak, 'biz' girmekteyiz. O ebedi ve aynı olan kudret bizi hareketlerimizde ve yaptığımız işlerde serbest bırakmaktadır. O kudret nedir? Onu sorma:
Halletmediler bu lugazın sırrını kimse
Bin kafile geçti hükemadan, fudaladan"