Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Muammer Kaddafi ve Saddam Hüseyin gibi devlet başkanlarını değerlendirirken, "Onlar gitti, ülkeleri mahvoldu. Onlar varken, problem yoktu" şeklinde bir yorum türü mevcut. Bu bakış açısı, sonrasındaki gelişmelerin fenalığına bakarak, öncesinin "mutlak güzel" olduğunu varsayan basit bir ezber aslında. Tarihteki her gelişmenin, kendi içinde sıkı sıkıya bazı kurallara bağlı, şaşmaz bir sebep-sonuç zinciri içinde gerçekleştiğini hiç unutmadan, şunu söylemek daha makul görünüyor: Kaddafi ve Saddam gibiler, zaman zaman açılıp biriken suyu azaltmakla görevli olduğu halde hiç açılmayan ve damla bile sızdırmayan baraj kapakları gibidirler. Barajın arkasındaki su birikir, birikir... Ve sonunda o kuvvetli basınçla duvar patlar, her yer sele boğulur. Diktatörlerin başına buyruk yönetim tarzları ve halklarına muamelelerindeki acımasızlık (örneğin, baskı ve zulüm öylesine yoğunlaşır ki, ezilen kitleler "Biri bizi kurtarsın, kim olduğu önemli değil!" diyecek hale gelir), onların trajik akıbetlerini kaçınılmaz hale getirir. Dolayısıyla, kendilerinden sonra yaşanan karmaşa ve kaosta, iktidardayken attıkları bazı adımların ve ihmal ettikleri şeylerin direkt sonuçlarını görmek mümkündür. Bu acıklı manzaraya bakınca, Ortadoğu halkları açısından sorulacak soru ise şu: Diktatör yumruğu, işgalci çizmesi veya iç savaş dışında, dördüncü bir yol yok mu? Veya, bu dördüncü yola kafa yoranlar, bunun için dikkatle ve sabırla çalışanlar var mı?
Ketebe
Peki, Dr. Cicoria'nın olağandışı müzikseverliği, ani müzikofilisi için ne demeli? Frontotemporal demans tanısı konan, yani beyinlerinin ön kısmı hasar görmüş olan hastaların soyutlama ve dil yetilerini kaybettiği, bu hastalarda kimi zaman müzik konusunda şaşırtıcı bir yeteneğin ortaya çıktığı ya da serbest kaldı­ğı biliniyor - gerçi ifade
Reklam
Hayat Yolda Başımıza Gelenlerdir
Mimarın birine yüzlerce, binlerce, kesilmiş, yontulmuş taş veriliyor, kendisinden bir saray yapması isteniyor. Bu öyle bir saray olacaktır ki içine giren kim olursa olsun, kendi eviymiş gibi, hangi odanın nerede bulunduğunu, hangi merdive­nin nereden nereye götürdüğünü, hangi kapı açılıp hangi kapı ka­panırsa hangi odadan hangi odaya geçileceğini
Sayfa 92 - Metis
Ölümü, bu kişinin ne kadar eşsiz benzersiz olduğunu açıkça anlatır bize;
“Sevdiğimiz bir kişi öldüğü zaman, sağ kal­mak suçunun kafaretini yüreğimize işleyen yegın bir pişmanlıkla öderiz. Ölümü, bu kişinin ne kadar eşsiz benzersiz olduğunu açıkça anlatır bize; varlığı­nın, bir zamanlar, bütünüyle var kıldığı, yokluğunun, kendi bakımından ortadan kaldırdığı dünya kadar uç­suz bucaksız hale gelir bu ölü; yaşamamııda daha çok yer tutması, gide gide yaşamamızın tümünü kap­laması gerekirdi gibi gelir bize. Kendimizi sıyırırız sonra bu sersemleyişten: O da, öbürleri arasında, öbürleri gibi bir bireydi, o kadar, diyoruz. Ancak, kimsecikler için elimizden geleni -hiç bir zaman­ yapmadığımızdan, (kendi elimizle çizdiğimiz, tartı­şılabilecek sınırlar içerisinde bile elimizden geleni yapmadığımızdan,) kendimize, gene de, bol bol sitem edecek sebepler buluruz.”
Sayfa 94 - Bilgi Yayınevi, 1. Basım 1966, Türkçesi: Bilge KarasuKitabı okudu
Platon (Eflatun) Devlet Adlı kitabın da gecen Mağara Benzetmesi
Şimdi, dedim, insan denen yaratığı eğitimle aydınlanmış ve aydınlanmamış olarak düşün. Bunu şöyle bir benzetmeyle anlatayım: Yeraltında mağaramsı bir yer, içinde insanlar. Önde boydan boya ışığa açılan bir giriş... İnsanlar çocukluklarından beri ayaklarından, boyunlarından zincire vurulmuş, bu mağarada yaşıyorlar. Ne kımıldanabiliyor ne de
Kitap Adı: Devlet Yazar: Platon Yayıncı: İş Bankası Kültür Sayfa 231 -237
TÜRK BANKACILIĞININ MESSİ'Sİ OLMAK
Kapitalizm neden son yıllarda Türk Bankacılığının Messisi olarak bilinen Önder Karaçay'dan gol yiyor. Karşılarına almayı göze alarak Türk bankacılığının Messi'sini kenara iterek oyun dışı bırakalım bitsin zihniyeti olabilir mi? Bunu yeniden anlatmanın zamanı geldi. 12 Eylül 2012 sonrası kitabımı yazma süreci içinde çok iyi dost
Reklam
Bozkıra gece inmişti. Gökte parlak bir ay, havada serin bir rüzgar vardı. Yüzbaşı Sançar'ın oklarla delik deşik , kılıç ve kargılarla paramparça olmuş gövdesi toprak ananın göğsünde yatıyordu. Yattığı yer kıpkızıl kan olmuştu. Güneye dönük olan yüzü hala gülümsüyordu. Bu gülümseyen yüzde Çinlilerle alay eden, kendi kötü talihlerini yeren, Kara Kağan'a kızan bir anlam vardı. Bu kahkahaların çınladığı yerden çok uzak bir yerde, kahkahaların göğe yükseldiği zamandan çok zaman sonra, bir yazıcı, Gök Türklerin torunlarına bildirinceye kadar bu kahkahalar, bu şanlı alay ve şanlı ölüm unutulup gidecekti. Yüzbaşı Sançar uçmağa varalı on üç yüzyıldan çok oldu. Onun düştüğü meçhul yerde, ay ışıklı yaz gecelerinde hala ıztıraplı kahkahalar ve şeref ilahileri işitilir. Bu ilahiler rüzgarın çıkardığı sestir. Onu herkes işitir. Fakat o ıztıraplı kahkaları herkes duyamaz. Onun yankılarını uzak, yakın ellerden, ancak içinde Tanrı Dağı'nın odu yanan gönüller sezer. Bu ıztıraplı kahkahalar Yüzbaşı Sançar'ın soyu, onun düştüğü yerde zafer töreni yapıncaya kadar yıllarca, belki yüzyıllarca sürüp gidecek.
-Hikâyeye göre bir gün, bir ceviz ağacının altına uzanıp yatmış. Ceviz ağacı da bir kabak tarlasının kenarındaymış. Hoca Nasreddin'in gözü yerde yatan kocaman bal kabaklarına takılmış; sonra başını kaldırıp ceviz ağacına bakmış ve içinden: “Hey Allah'ım! Şu kocaman kabakları incecik bir dala tutturmuş yerde yatırıyorsun ama şu minicik cevizleri, böyle ulu bir ağaca takmışsın... Tersi olsaydı daha münasip olmaz mıydı?” diye geçirivermiş. O sırada, ya bir rüzgar esmiş, ya da bir iki alaycı ihtiyar karga yukarılarda kavgaya tutuşmuş da o yüzden olmuş, ağacın yüksek dallarından bir ceviz kopup, Hoca'nın kafasına düşmüş. Hoca yerinden fırladığı gibi “Aman Ya Rabbi! Tövbeler olsun beni affet” demiş. “Sen neyi nasıl yarattıysan, en güzeli ve en hikmetlisi elbette odur. Gözlerimiz bizi aldatıyor; çünkü hiçbir şeyin geçmişini ve geleceğini aynı anda göremiyor. Bu yüzden biz, şeylerin ve eşyaların neden böyle olduklarını yahut neden başka türlü olmadıklarını tam olarak bilemiyoruz. Bilemediğimiz için de, zaman zaman böyle itirazlı laflar ediyoruz. Biz sabırsız ve cahil kimseleriz; Sen bize doğrusunu öğret! Şüphesiz, Senin bize öğrettiğinden başka bildiğimiz bir şey yok...” —Haaa... anladım... —Ne anladın? —Eğer o kocaman kabaklar, yerde değil de ağaç tepelerinde yaratılsaydı ve bir tanesi de Hoca'nın kafasına düşseydi, adamcağız yer çekimini Newton'dan önce keşfederdi belki ama bunu birilerine anlatacak fırsatı hiç olmazdı...
Sayfa 99
V. İlk Ay
"Yolculuğumun sonuna geldim işte: Kürek mahkumu olarak cezaevindeyim! İşte, böylesine güvensiz, böylesine kötü duygularla geldiğim, uzun yıllar limanım olacak yer... Ama kim bilebilir? Belki uzun yıllar sonra ayrılacağım bu limandan, ayrılırken üzüleceğim bile!" O andaki duygularımın, mutsuzluğumun büyüklüğünde gerçekten de büyük bir tat varmış gibi, duygularıma insanı bazen acıyı hissetmesi için yarasını kaşımaya iten o kötüden haz duyma duygusu karışmıştı. Bir gün buradan ayrıldığıma üzülebileceğimi düşünmek dehşet veriyordu bana: İnsanın ne derece korkunç şeylere uyum sağlayabileceğini o zaman anlamıştım. Ama o zamana çok vardı daha, şimdi çevremde her şey düşmandı bana ve her şey korkunçtu...
Sayfa 119 - İletişim YayınlarıKitabı okudu
1.000 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.