Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

OkuNisa

OkuNisa
@OkuNisa
Bir gün Küçük prens,"Onu dinlememeliydim," diyerek itirafta bulundu bana. "Çiçeklere asla kulak vermemeli insan.Onları yalnızca seyretmeli ve koklamalı.Çiçeğimin güzel kokusu bütün gezegeni sarmıştı ama buna bile sevinemedim.Şu pençe meselesine sinirleneceğime şefkat duymalıydım ona." Ķüçük Prens içini dökmeye devam etti: "O zamanlar hiçbir şeyi anlamıyordum.Onu söylediklerine göre değil yaptıklarına göre değerlendirmeliydim.Etrafına güzel kokular yayıyor,ışık saçıyordu.Ondan asla kaçmamalıydım.Onun o küçük hesaplarının ardındaki gizli sevecenliğini anlamalıydım.Çiçekler öyle çelişkilidir ki ! Bense çiçeğimi sevmeyi bilemeyecek kadar küçüktüm o zamanlar." ‍️
Reklam
Irmağın kaynağı çok uzaklarda sisler arasında dikilen yüce dağlarda olmalı. Tepelerinden kar eksilmezmiş. Boğazın en ucundaki köye kadar minibüsle geldim. Dağ köylüleri ile yolculuk ettim. Ne düşündükleri belli olmayan, az konuşan, sakalları uzamış, boyunlarında lamba şişesi taşıyan köylüler. Irmak beni yakaladı. Bazan eğilip suyundan içtim, bazan belime kadar girip içinde dolaştım. Kendimi derin yarlara, çalvanlara, meşe yapraklan ile yarpuzların kokusuna bıraktım. Alabalıklar, toy kuşları ve çiğdemler gördüm. Sularda oynaşan ışıkları, bu ışıklar altında türlü renklerle parlayan çakıl taşlarını seyrettim. Yürüdüm. Daracık patikalardan, insan ayağı basmamış kumsallardan geçtim. Dağ keçileri ile karşılaştım, kaya güvercinlerinin vahşî, tedirgin, çırpıntılı kalkışlarına baktım. Irmağa ve Veysel'e teşekkür etmeliyim. Su yüzünü yüzüme tutuyor, gözlerimin pası alınıyor. Akşamı ve ırmağın şarkısını dinliyorum. Yıldızların nasıl eğilip yeryüzünü selâmladığını, yaban lâlelerinin boyun büküşünü, vakur kayaların sükûn içindeki hareketini. Bir kalbim olduğunu duyuyorum. Ağlıyor ve yalvarıyor. Lime lime olan bakışım bütünleşiyor. Bir su sineğinin pul kanatları üzerinde her şey bir anda ay-dınlanıveriyor. İçinde olması gereken bir şeyin kaybından hangi mağaraların ücrasına saklandığımı, oradan hiç çıkmamak üzre kendime dâvalar aradığımı anlıyorum. Herşeyi tamamlayacak olan o şey. Ancak onunla varolabilirim. Irmak bir başlangıç. Bir düş. Ama bir yol ve bir yoldaş. Ne tabiat parçası, ne çiftlik hayali. Ne kaçıp gitmek, ne ekip biçmek. Sefer de içimde, tahayyülüm de.
— Evvelâ insana kıymet vermemiz lâzımdır. Kurân-ı Kerim'in insanı eşref-i mahlûkat sayan hükmüne hürmetten başka kurtarıcı yolumuz yoktur. Aynı zamanda bir ahlâk eğitimine kuvvetle başlamak lâzımdır. Devrimiz makina gıcırtısının ahlâk ilahilerini susturduğu devirdir. Bizim ahlâkımız hürmet, hizmet ve merhamet prensiplerini kendinde birleştiren aşk ahlâkıdır, diye heyecandan boğulacak sesiyle -gereken cevabı- kendisine vermişti. Önce insan yetiştirilecekti.

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Beni kim tanıyabilirdi? Yönelişlerimi, arzularımı, oluşmamış fikirlerimi, açlığımı. Galiba bana yükledikleri kutsal görevin farkında değillerdi. Arzularından sıyrıl, nefsini değil başkalarını düşün, çalış, hizmet ehli ol. Peki ben okumayacak mıydım, giyinmeyecek miydim, her gün gözlerimin önünden parlak saçlarını savurarak geçen bir Fetanet'in peşinden gitmeyecek miydim? Neye karşı olacağımı, nelere tutunup nelerden kaçacağımı el yordamı ile tayin ettiğim bir çağda. Dayanaksız, hep bu Kemalettin Bey takımının türevlerinden birinin dağıttıkları ölçülü ve hesaplı lütuflarla, kâh bir iftar yemeğinde, kâh bir burs veya benzeri imkân ile karşılaştığında ne yapacağını şaşıran ben. Ben bir derviş değildim elbet. Bütün mazeretim bu. Yok dedirttim kendimi, Kerim'i önüne baka baka giderken seyrettim camın arkasından. Kendime güvenli bir yer seçtim...
Kimbilir kaç yüzyıl önce genç bir medrese talebesinin dudaklarından mırıltılarla dökülen, yükselip çınarın yaprakları arasına gizlenen ilahiyi başlatıverecek. "Sabahı beklemeyiniz dostum, geceden yola çıkınız. Olur ki uyuyakalırsmız. Sırtınızdaki çıkında ebedî gayenin dürülmüş azıkları varsa ne mutlu size. Gece serindir, yapraklardan süzülen yel gözlerinizdeki yaşları kuruturken ruhunuzda kâinatın derin sessizliğini taşıyarak sabaha doğru yürüyüp fecri başlatınız. Cemiyetin vahşî, zehirli bitkilerle dolu, her dalında uğursuz baykuşların mânâsız telkinler yaptığı sık ağaçlı ormanlarında çetin yolculukların başlangıcı için sabahı beklemeyiniz. Sabahı beklemek öğleni, öğleni beklemek akşamı beklemek gibi bir ruh gevşekliğini doğurur. Beynimizi tırmalayan zaruretleri mi hatırlatıyorsunuz. Evet hayatın zaruretleri ayaklarımıza dolanmış zincirlerdir ve ıstıraplarımıza çeşni katarlar. Fakat bu vahşi sahayı geçmek için hiçbir zaruret kâfi bir mazaret değildir. Ruhumuzu aldatmayalım, ebedî gayeye ihanet etmiş oluruz. Durduğumuz noktada inançlarımızın eskidiğini, yabancılaştığını hiç tecrübe etmediniz mi? En acı kayıp budur: Gerilemiş ruhların mütemadiyen tavizler vererek hayatla, zaruretle uyuşmaları.. Filozofun öğüdü bütün hayatımızda takip edeceğimiz en esaslı metottur: "Uzun yolu seçiniz..." Böyle yazmış aziz dost. Başını dergi sayfalarından kaldırıyor, duvarda sıralanan levhalara, büyüklerin resimlerine dalıyor...
Reklam
İstanbul
Tabiat bir çerçeve, bir sahnedir. Bu hasret onu kendi aktörlerimizle ve havamızla doldurmamızı mümkün kılar. Fakat bu içki ne kadar lezzetli, tesirleri ne kadar derin olursa olsun, Türk cemiyetinin yeni bir hayatın eşiğinde olduğunu unutturamaz. Bizzat İstanbul'un kendisi de bu hayatın ve kendisine yeni kıymetler yaratacak yeni zamanın peşinde sabırsızlanıyor. En iyisi, bırakalım hâtıralar içimizde konuşacakları saati kendiliklerinden seçsinler. Ancak bu cins uyanış anlarında geçmiş zamanın sesi bir keşif, bir ders, hulâsa günümüze eklenen bir şey olur. Bizim yapacağımız yeni, müstahsil ve canlı bugünün rüzgârına kendimizi teslim etmektir. O bizi güzelle iyinin, şuurla hülyanın el ele vereceği çalışkan ve mesut bir dünyaya götürecektir.
Tabiat bir çerçeve, bir sahnedir. Bu hasret onu kendi aktörlerimizle ve havamızla doldurmamızı mümkün kılar.
İstanbul
XVII. asırdan beri iki sahil boyunca açık kalmış bir'mücevher kutusu gibi parıldadığını tahayyül ettiğimiz ve bizim ancak batmakta olan bir güneşin son ışığına şahit olabildiğimiz yalılar, bugün ortada olsa idiler, belki kendimizi daha başka türlü zengin bulacaktık; fakat hiçbir zaman yokluklarının bizde uyandırdığı duyguyu tatmayacaktık; nesil ve
Erzurum
Erzurum'daki Ulu Cami'yi gezerken, o zamanlar askerî ambar olarak kullanılan bu binayı dolduran meşin kokusunu bile bana du-yurmayan bir heyecan içindeydim. Üzerine bastığım bu taşlara değen başları, onların kaderini, uğrunda yoruldukları şeyin büyüklüğünü düşünüyordum. İnsan kaderinin büyük taraflarından biri de, bugün attığı adımın kendisini nereye götüreceğini bilmemesidir. Bâkî"nin Fatih Camii'nde fakir bir müezzin olan babası, oğlunun Türkçe'yi kendi adına fethedeceğini, sözün ebedî saltanatını kuracağını; Nedim'in anası Türkçe'nin ikliminde oğlunun bir bahar rüzgârı gibi güleceğini, onun geçtiği yerlerde bülbül şakımasının kesilmeyeceğini, ağzından çıkan her sözün ebedîliğin bir köşesinde bir erguvan gibi ka-nayacağını biliyorlar mıydı? Bunun gibi, Malazgirt Ovası"nda dö-«üşen yiğitler, kılıçlarının havada çizdiği kavsin, bütün ufku dolduran nal şakırtılarının, Sinan'ın, Hayreddin'in. ltrî"nin, Dede'nin dünyalarına gebe olduğundan elbette habersizdiler. Kader, insan ruhu bir tarafını tamamlasın, yaratılışın büyük rüyalarından biri gerçekleşsin diye, onları bu ovaya kadar göndermişti. Yaratıcı ruhun emrinde idiler, onun istediğini yaptılar.
Erzurum
Erzurum'un asıl hayatını bu esnaf yapıyordu. Asıl güzel olan şey de, sağlam bir sınıf şuuruna ermesi, yukarıya imrenmeden kendisini aşağıya açık tutmasıydı. Esnaf kadını, eşraf kadınının giydikleri elbiseleri giymez, yani kutnu'larla sırmalı elbiselerle süslcn-mezdi. İş terbiyesi almış, eli işlediği, yarattığı için nefsine saygı duygusu yerleşmiş şahsiyetli, kendine güvenir vatandaşlardan teşekkül etmiş bir kalabalık... On üç yaşında henüz çıraklığa giren bir çocukta bile az zamanda nefsine güven başlar, el emeğine dayanan bir hayatın mesuliyet fikrinin insanoğlunu nasıl yükselttiği görülürmüş.
Reklam
Tiyatroda nasıl boş sahnede dekorun oyaladığı seyirci, söz başlar başlamaz bütün o teferruatı görmez olursa, ben de öylece insan ıstırabı karşısında tabiat güzelliğine kayıtsızdım, yabancıydım.
Erzurum
Yıldız Dağı'nın dibinde, gecenin dört bir yandan getirip çadırımızın üzerine yıktığı bin türlü ses ve uğultu arasında ben hep bu dağın şöyle bir gördüğüm mağrur ve dumanlı başını düşünmüştüm. Onda bir nevi Ecdat Tanrı çehresi sezer gibiydim. Bana öyle geliyordu ki kulağımı biraz daha iyi versem, yıldızlarla ne konuştuğunu duyacaktım. Kim bilir,
Ankara
Ankara Kalesi'ne çıktım. Gözümün önünde şaşırtıcı değişiklikleriyle Ankara ovası uzanıyor. Arkadaşımla teker teker etraftaki dağları, küçük tepeleri ve şurada burada birdenbire sıcakta bir tas serin su vehmiyle bozkırın ortasında yemyeşil bir gölge yapan küçük köyleri sayıyoruz. Keskin bir ışık, etrafımda bir zafer borusu gibi çınlıyor. Sert rüzgârda, bulunduğumuz tepenin yassı şekli -Evliya Çelebi olsa Peşte için yaptığı gibi bademe benzetirdi- tam bir gemi küpeştesi hâlini aldı. Zaman denizlerinde onunla beraber yüzmeye hazırlanıyordum. Bu rüzgâr, bu mucizeli gemi ile insanı nerelere götürmez. Buraya çıkarken gördüklerimizle hangi medeniyetlere, hangi çağlara gitmeyiz? Fakat hayır, Ankara bu cinsten tarihî bir hülyaya kolay kolay imkân vermiyor. Burada tek bir vak'a, tek bir zaman, tek bir adam muhayyileye hükmediyor. Bu şehir kendisini o kadar ona vermiş ve onun olmuş. Eti arslanı. Roma sütunu, Bizans bazilikasından kalma taş,Timurlenk ve Yıldırım muharebesi, hepsi sizi dönüp dolaşıp yirmi yıl evvelin çetin günlerine ve şifalı ağrılarına götürüyor, onun tabiî neticesi olan büyük meselelerle karşılaştırıyor.
Ankara
O biçare kerpiç evlerin bütün fakirliğini, iyi bilmekle beraber kendimde olmayan bir şeyi onlarla tasavvur ederdim. Onların arasında, bir sıtma nöbetine benzeyen ve durmadan bir şeylere, belki de fakirliğin altında tasavvur ettiğim ruh bütünlüğüne sarılmak, onunla iyice bürünmek arzusunu veren bir ürperme ile dolaşırdım. Gerçeği budur ki, Anadolu'nun fakirliğinde vaktiyle kendi hastalığı olan ve insanını asırlarca tahrip eden sıtmaya benzer bir şey vardır. Tadanlar bilir ki hiçbir lezzet sıtma üşümesi ile yarışamaz.
Önsöz
Gideceğimiz yolu hepimiz biliyoruz. Fakat yol uzadıkça ayrıldığımız âlem, bizi her günden biraz daha meşgul ediyor. Şimdi onu, hüviyetimizde gittikçe büyüyen bir boşluk gibi duyuyoruz, biraz sonra, bir köşede bırakıvermek için sabırsızlandığımız ağır bir yük oluyor. İrademizin en sağlam olduğu anlarda bile, içimizde hiç olmazsa bir sızı ve bazen de, bir vicdan azabı gibi konuşuyor. Sade millet ve cemiyetlerin değil, şahsiyetlerin de asıl mâna ve hüviyetini, çekirdeğini tarihîlik denen şeyin yaptığı düşünülürse, bu iç didişme hiç de yadırganmaz. Mazi daima mevcuttur. Kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz. Beş Şehir işte bu hesaplaşma ihtiyacının doğurduğu bir konuşmadır. Bu çetin konuşmayı, aslı olan meselelere, daha açıkçası, biz neydik, neyiz ve nereye gidiyoruz? suallerine indirmek ve öyle cevaplandırmak, belki daha vuzuhlu, hattâ daha çok faydalı olurdu. Fakat ben bu meselelere hayatımın arasında rastladım. Onlar bana Anadolu'yu dolduran Selçuk eserlerini dolaşırken, Süleymani-ye'nin kubbesi altında küçüldüğümü hissederken, Bursa manzaralarında yalnızlığımı avuturken, divanlarımızı dolduran kervan seslerine karışmış su seslerinin gurbetini, Itrî'nin, Dede Efendinin musikisini dinlerken geldiler.
..Bu iki Cinis'li bana insanoğlunun sadece toprakla temas ederek yaptığı bir arınmanın muzaffer,ilahî mahsülleri gibi geldi. Cinis'ten içimde ,biri ölümün eşiğinde,öbürü hayatın kapısından henüz girmiş bu iki insanın bende uyandırdığı bir yığın düşünce ile ayrıldım.Harp yıllarının iskelet takırtılarıyla dolu dünyası içinde ,dört bir yanı kavrayan yangın ortasında,onlar benim için yeni bir âlemin asıl insanlığın dersini verir gibiydiler.İnsanlar çalışırken ne kadar mesut oluyorlar ! Yaratmanın hızı,onları içlerinde kavrayıp kurduğu zaman bu ölüm makinası ne kadar güzel,ne temiz bir âhenkle işliyor! Sonra insanoğlu mesut olunca bütün varlık nasıl değişiyor,ölüme kadar herşey nasıl sevimli,cana yakın oluyor,hiçbir şey kendi alın teri kadar insanı tatmin edemez.Çalışan insan kendi varlığında hüküm süren bir âhengi bütün kainata nakleder.Hayatın biricik nizâmı bu âhengin kendisi olmalıdır.Böyle olunca her şey değişir,peşinde koştuğumuz muvazeneyi buluruz.Şüphesiz bugünün büyük meseleleri var.Fakat hiçbiri kanla halledilemeyecek,insan ruhu kendi gerçeklerine erişine kadar bu acıyı çekecek.
Sayfa 60 - dergahKitabı okudu
Reklam
Önsöz
Beş şehir'in asıl konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır.İlk bakışta birbirleriyle çatışır görünen bu iki duyguyu sevgi kelimesinde birleştirebiliriz.Bu sevginin kendisine çerçeve olarak seçtiği şehirler,benim hayatımın tesadüfleridir.Bu itibarla,onların arkasında kendi insanımızı ve hayatımızı,vatanın manevi çehresi olan kültürümüzü görmek daha doğru olur. (...) dediği gibi "Eski bir garpçıyım.Fakat canlı hayata,yaşayan ve duyan insana,cansız madde karşısındaki bir mühendis gibi değil,bir kalp adamı olarak yaklaşmayı istedim.Zaten başka türlüsü de elimden gelmez.Ancak sevdiğimiz şeyler bizimle beraber değişirler ve değiştikleri için de hayatımızın bir zenginliği olarak bizimle beraber yaşarlar. A.Hamdi Tanpınar Ankara ,25 Eylül 1960❤
❤" Olmaz mı ,hepimize oluyor.Küçücük hayatın neresinden tutsan elinde kalacakmış gibi oluyor.Tutamıyor,bırakıveriyorsun.Hiçbir yerine değmeden,dokunmadan hayatının orta yerine bağdaş kurup oturuyor,bakalım şimdi ne olacak diye ,sadece olan biteni izliyorsun.Çünkü bazen elinden başka bir şey gelmiyor. Olmaz mı,hepimize oluyor. Sanki herkes yürüyor sen duruyorsun.Sanki herkes anlıyor bir sen duyamıyorsun.Sanki hayat girdiği her kabın şeklini alan pek kolay bir sıvı,sen kendinden başka hiçbir yere sığmayan koca bir taş,kaskatı. Kendini kötü hissetme,büyüme zamanları hep böyle.Girdiğimiz kapıdan çıkmadığımız,kendimizle en baştan bir daha tanıştığımız,yenileri eski,eskiler yeni yaptığımız,yolun hem en başından hem en sonundan tekrar başladığımız zamanlar hep böyle.Büyümek,dönüşmek hep böyle. Sen kendini kötü hissetme,herkesin treni bazen raydan çıkıyor.Çıkıyor,ürkütüyor ama sonra yeniden,yepyeni raylara yerleşiyor. Sen merak etme,hepimize oluyor."❤