Artık domuzların yüzlerine ne olduğu anlaşılmıştı. Dışarıdaki hayvanlar, bir domuzların yüzlerine, bir insanların yüzlerine bakıyor, ama onları birbirinden ayırt edemiyorlardı.
... ve gerçekten coşmuştu, her gülümsemeyi mutluluk, her sözü gerçek kabul ediyordu; uzun zamandır özlediği kalabalıkların zevkini çıkarmaya bir sevgilinin kollarına atılırcasına tutkuyla bırakmıştı kendini.
sadece bizi en mutlak anlamdaki hiçliğin içerisine yerleştirdiler, çünkü bilindiği gibi dünyada hiçbir şey insan ruhu üzerinde hiçlik kadar ağır bir baskı uygulayamaz.
Vahşi olan her şeyde, hayatın inatçılığı, her şeyi yapabilme gücü, tükenmeyen bir sabır vardır. O sabır, yılanı deliğinden çıkarır, örümceği kendi ağında öldürür, parsı kendi pususuna düşürür.
İnsaflılık, zayıflığın en büyüğüydü ve ilkel yaşamda insaf denilen şey yoktu. İnsaf korku diye alınır ve böyle bir yanlış anlayış ise ölüme sebep olurdu. Ya öldürmek ya ölmek, ya yenmek ya da yenilmek; kural buydu.
Tuhaf olan; insanlar ancak kendinden geçtiğinde, yaşadığını ve bir canlı olduğunu unuttuğunda zevkten bu kadar çılgına dönerler. Örneğin, içinde alevler yükselen bir sanatçı ya da savaş alanlarında kurşun yağmuru altında kalan bir asker bu doruğa ulaşabilir.
Ama bu şarkı alçak seslerden , yakarışlardan ve ağlamayı çağrıştıran hıçkırıklardan oluştuğu için daha çok, hayatın yalvarışı ve var olmanın acısının anlatımıydı. Bu şarkı, onların ilk ataları kadar eskiydi neredeyse.
Gregor Samsa bir sabah huzursuz düşlerinden uyandığında kendini yatağında kocaman bir böceğe dönüşmüş buldu. Panzer gibi sert sırtının üzerinde yatıyordu ve başını biraz kaldırdığında tepesinde, yorganın neredeyse kaymak üzere olduğu kubbe gibi, yuvarlak, kahverengi, yay biçiminde sert çizgilerle boğum boğum olmuş karnını gördü. Geniş gövdesine oranla pek cılız görünen bir sürü bacağı gözlerinin önünde çaresizce çırpınıyordu.