Samle Çağla yazdı...
MEHMET BİNBOĞA’NIN, “ŞİİRKENT'İN NARÇİÇEĞİ” ADLI ROMANI HAKKINDA BİR İNCELEME DENEMESİ...Samle Çağla
Mehmet Binboğa'nın geçen yıl birinci cildi yayımlanan "Efelya" seri romanının ikinci cildi, "Şiirkent'in Narçiçeği" adıyla İzan Yayınlarından çıktı. Kitabın kapak dizaynı, Efelya'da
Başkent Kolombo’dan trene binip Kandy şehrine, oradan da bir otobüse atlayarak Dambulla’ya geçtim. Otobüste tanıdığım yerli bir aile gitmek istediğim Sigiriya köyünde yaşıyordu. Oraya gideceğimi söylediğimde, beni hiç tanımadıkları halde evlerine davet ettiler. Hep birlikte Dambulla’dan Sigiriya’ya gitmek üzere küçük bir minibüse atladık ve çok geçmeden gideceğimiz yere vardık.
Eskiden bir şato bir soyu, bir aşk bir şövalyeyi, bir dava bir aileyi doyururmuş.
Şimdi bir soy bir konağı, bir şövalye bir aşkı, bir aile bir davayı besleyemiyor.
"İyi ki , Hatice annemiz Rasulullah’a evlenme teklifinde bulunmuş da asaletin , sevginin izharına engel olmadığını öğrenmişiz. İyi ki ticaretle uğraşmış da ‘çalışan kadın’a Peygamberimizin bakış açısını görebilmişiz. Aişe annemiz iyi ki ashabın büyüklerine ilim öğretmiş de Rasulullah’ın hanesinde bir muallime yetiştiğine şahitlik etmişiz . Aslında bu zincir hiç kopmadı , Belki ‘unutturuldu’ demeli."
Saka Türklerinde de, tüm Türk toplumlarında olduğu gibi ata yani aile büyüklerinin mezarları büyük önem taşımaktaydı. Heredot döneme ışık tutan kitabında; Sakaların, düşman tarafından ata mezarlarına yapılabilecek bir saygısızlığın savaş sebebi olduğundan bahseder.
Kırdan geliyorsun. Bir iki aile birlik olmuş kilimlerini sermiş kır yemeği yiyorlar.
Burada kalsa ya, hayır, ille yakınlarından geçecek ne yediklerine bakacak, yavaşlayacak konuştuklarını duyacak.
Sayıklama bunalım eserlerini de bunlar okuyor.
Yazıp yazıp kendilerini de seni de bir bitmemişlikte bırakıyorlar.
Toplumsal düzen içerisinde böylelikle özgünlüğünü yitirmiş, kendi olmaktan uzaklaşmış, verileni kabule hazır, davranışları, talepleri öngörülebilir, hatta oluşturulabilir hale gelmiş bu ufalanmış insana yönelik eleştiri ve dokundurmaları, onun yapıtlarında bazen açık açık bazen de başka konulardaki görüşleriyle içiçe bulmak mümkündür. Örneğin bir yerde şöyle der bu konuda:
"Bozgun sonrasında güç toplamak kadar öğretici bir şey daha olamaz. Ama çoğu insan korkularına yenilir. Başarısızlıktan o denli korkarlar ki başarısız olurlar. Fazlası ile koşullandırılmışlardır, birinin onlara ne yapması gerektiğini söylemesine alışıktırlar. Aile ile başlar, okul ve iş hayatında sürer."
Eskiden bir şato bir soyu, bir aşk bir şövalyeyi, bir dava bir aileyi
doyururmuş.
Şimdi bir soy bir konağı, bir şövalye bir aşkı, bir aile bir davayı
besleyemeyor.
Eskiden bir şato bir soyu, bir aşk bir şövalyeyi, bir dava bir aileyi doyururmuş.
Şimdi bir soy bir konağı, bir şövalye bir aşkı, bir aile bir davayı besleyemiyor.
Mutluluk iki aile arasında var ya da yok idi.
(Shakespeare)
İki insan arasında var ya da yok idi.
(Stendhal)
Toplum içinde sağlayıp sağlayamayanlar...
(...............)
Eskiden bir şato bir soyu, bir aşk bir şövalyeyi, bir dava bir aileyi doyururmuş.
Şimdi bir soy bir konağı, bir şövalye bir aşkı, bir aile bir davayı besleyemeyor.
Hakikaten 1934 yılında kabul edilen Soyadı Kanunu'nun tatbîkatı öyle bir maskaralıktı ki; aynı aileyi ayrı ayrı soyadlarıyla birkaç parçaya böldüğü gibi, birbirleriyle hiç alâkası olmayan ayrı ayrı âilelere de aynı soyadı verilmişti. Nüfus memurlarının elinde Ankara'dan gönderilmiş bir liste vardı. Sanki herkes bir kısım Selânikliler gibi nesebi meçhul ve soysuz sopsuzmuş gibi asırlardan beri kullanılagelen âile lâkapları külliyen değiştirilmiş ve toprak, çakmak, demir, özdemir, aslan, kaplan, ilh... gibi soyadları nüfus memurlarınca dilediklerine hot be hot tevzî edilmişti. Aslında dinî bir ünvan veya makam ifâde eden soyadlarıyla çirkin olanların değiştirilmesini âmir olan bu kanunun tatbîkatı câhil ve devrimbaz memurlar elinde böyle ultrakomik bir şekil almıştı.