Dedim; Artık bilgiden yana eksiğim yok;
Şu dünyanın sırrına ermişim az çok,
Derken aklım geldi başıma, bir de baktım:
Ömrüm gelip geçmiş, hiçbir şey bildiğim yok.
Geçmişinin uzağına düşen, "zamane"nin tuzağına düşer. Biz "çağdaşlık" zannettiğimiz "zamane"nin tuzağına düştük. Ne kendimizi (tabii geçmişimizle birlikte) keşfedebildik, ne başkalarını (Avrupa vs.) kavrayabildik. Ne "biz" kalabildik, ne "Avrupalı" olabildik. Hedefsizliğimiz tereddütlerimizi, tereddütlerimiz kuşkularımızı, kuşkularımız korkularımızı, korkularımız güvensizliğimizi besledi. Bir işe yarayamayacağımıza inandık. O gün bugündür bir kısır döngü içinde dönüp duruyoruz.
Kısır döngünün bir yerde kırılmasını ve o yerde "yeniden diriliş"in başlamasını istiyorsak, önce geçmişimizi "övgü" be "sövgü" dışında, "olgu" olarak ele alıp irdelememiz lazım.
Fakat insan sistemlere, bazı soyut kavramlara o derece bağlıdır ki, mantıktan yana olmak için gerçeği bile bile değiştirmeye, gözlerini kapayıp kulaklarını tıkamaya razı olur.
"Tanrı'nın güneşi bu denli güzelse, sen de bir ötekini düşün."
Nutkum tutulmuştu:
"Hangi öteki güneşi, Adam? Çok büyük olan bunu tanıyorum bir tek."
"Daha da büyük olan bir başkasından söz etmek istiyorum. Yüreğimizde doğan güneşten. Umutlarımızın güneşinden. Düşlerimizi de uyandırmak için göğsümüzde uyandırdığımız güneşten."
"Bir gün Dindinha bana, sevincin 'yürekte ışıldayan bir güneş' olduğunu söylemiş, güneşin her şeyi mutlulukla aydınlattığını belirtmişti. Bu doğruysa, benim iç güneşim de şimdi her şeyi güzelleştiriyordu..."
Kendine dönük ve yalnızlaştırıcı bir yaşam tarzı her türlü temelden yoksundu, duyular uygun dozda sansasyondan oluşan alışılmış besinini bulamayınca isyan ediyor ve yalnızlık, kısa sürede kendi kendine düşmanlığı getiriyordu.