Avrupa Kültürü ve Türkiye
1453’te İstanbul fethedildi ve bir Osmanlı
fethinde ne gerekiyorsa bunlar da yerine
getirildi. Şehir direndiği için yani “vira” ile
teslim olmadığı (vira Slovenik bir kelimedir,
inanç demektir, itimat demektir), yani “buyurun
girin, biz çıkıyoruz” denmediği için
yağmalanması icab eder; bu, ganaîm-i
Yıldırım Bayezid'in oğlancılığı ve bunun yayılması
Eskiden geleneklerin ve yaşam biçiminin saf ve temiz bir şekilde muhafaza edilmesiyle Osman Gazi'nin soyundan gelenlerin kudretini hatırlatan Bursa Sarayı, şimdi bambaşka bir biçime bürünüyordu. Örneğin Bizanslı tarihçi Dukas'ın anlatımı, Osman Gazi'nin ve Orhan Gazi'nin dönemindeki sadeliğin nasıl unutulduğunu en iyi gözler önüne serebilir. "Yıldırım Bayezid, Bursa'da yükselen talih ağacının meyvelerini topluyordu ve günlerini yaşamın çeşitli tatları içinde geçiriyordu. Zira dünya üzerinde bulunabilecek bütün güzelliklere ve zarifliklere, muhteşem hayvanlara, altın ve gümüşlere ve Allah'ın insanın yüzünü güldürmek için yarattığı bütün diğer nesnelere sahipti ve bütün bunlar hazinelerinin arasında bulunuyordu. Etrafında her tür milletten bir araya getirilmiş olup, istemeseler bile kendi dillerinde şarkılar söyleyen Rum, Sırp, Eflak, Arnavut, Macar, Saksonyalı, Bulgar ve İtalyan, güzel vücutlu gencecik seçkin oğlanlar ve güzellikle güneşi bile gölgede bırakan kızlar duruyordu. O ise aralarında sürekli hem oğlanlar, hem kızlarla kendini şehvetin kollarına bırakıyordu". O dönemlerde padişahın sarayında baş göstererek, cezalandırılmadan göz yumulan ve buradan yola çıkarak daha geniş alanlara yayılan diğer ahlaki bozuklukların yanında özellikle oğlan sevgisi de gösteriliyordu. Zira padişahın yakın çevresinde hüküm sürmeye başlayan ahlaki bozukluklar kısa sürede diğer çevrelere de yayılıyor ve sarayın kötü örneği tarafından beslenerek, hızlı ilerlemeler kaydediyordu.
Nihayet, atalarımızın Anadolu’ya gelmeden önce kaç asır oturduğu ve hala da
nüfusunun önemli bir kısmını kuzenlerimizin teşkil ettiği, edebiyatımızın ve
dilimizin istesek de istemesek de, sevsek de sevmesek de atamayacağımız
yüzde 40’ını oluşturan İran’ı ve dilini tanımalıyız. Bunları tamsak köylü
kurnazı politikalardan, saatler süren bilgisiz
Osmanlılar, bir zamanlar başarıyla karşı koydukları Avrupalıların dünya meselelerinde hâkim bir statü elde etmiş olduklarını kabul ettiler. Osmanlılar, iktisadi kaynaklar ve dünya ticaret yolları üzerindeki kontrolden modern savaş teknolojisi ve askerlik bilimindeki hakimiyete varıncaya dek çok sayıda ve farklı alandaki Avrupa ilerlemesinin rekabet etme girişimlerini boşa çıkardığını kabullendi. Bu bağlamda, daha 17. yüzyılda Osmanlıların yüksek kalite çelik ve barutu İngiltere'den ithal etmeyi gerekli bulmaları kayda değerdir. Madencilik, mühendislik ve diğer çok sayıdaki sanayi üretimi branşlarında geleneksel Osmanlı yöntemlerinin modası geçmiş oldu ve Osmanlı üreticilerini, ümitsiz bir şekilde, artık dünya pazarlarına egemen olmaya başlayan Batılı-mamul mallarıyla rekabet etmekte aciz bıraktı. Bu dönemde, Avrupa ürünleri hem yüksek kalite hem de ucuz üretim olduğuna dair bir nam kazanmaya başladı. Osmanlıların bahşettikleri ticari imtiyazlarının garanti etmiş olduğu ek avantaj ile merkantilist Avrupa, Osmanlı pazarlarını mamul malları ile boğmaya başladı. Bu süreç 18. yüzyılın ikinci yarısında, Osmanlı İmparatorluğu'nun kendini kapitalist dünya ekonomisine eklemlenen çevresel bir ekonomik güç olarak konumunu belirlediği bir zamanda doruğa çıktı..
Araplar ise Türkleri kıskanıyorlardı, çünkü nüfus bakı-mından Türklerden kalabalık olmalarına rağmen onların sahip olduğu ayrıcalıklara sahip değillerdi. Diğer yandan Türkler, Arapların devlete karşı vazifelerini yeterince yerine getirmediklerini ve bu yüzden kendilerine her bakım denk sayılamayacaklarını düşünüyorlardı. Birçok Arap ülkesinde