"...İki pəzəvəng nəzarətçi qollarından yapışmaq üçün ona yaxınlaşdılar. Sifəti kəllə sümüyünə bənzəyən adam özünü döşəməyə atıb əllərinin ikisi ilə də skamyanın dəmir ayaqlığından yapışdı. Daha heç bir söz demirdi, sadəcə, heyvan kimi ulayır, bağırırdı. Nəzarətçilər onun ayaqlarından yapışdılar, dartıb skamyadan aralamaq istədilər. Skelet-adam heyrətamiz qüvvə ilə müqavimət göstərirdi. Dartışma iyirmi saniyəyə qədər çəkdi. Məhbuslar ǝllərini dizlərinin üstünə qoyub səssiz-səmirsiz oturmuşdular. Hamı düz qarşısına baxırdı. Daha bağırtı səsi eşidilmirdi. Skelet-adam bütün diqqətini skamyanın ayağından mümkün qədər bərk yapışmağa vermişdi. Amma birdən tamam başqa səs eşidildi. Bu, skelet-adamın nəzarətçinin nallı çəkmələrinin altında qırılan barmaqlarının xırçıltısı idi. Onu ayaqlarından dartıb kameradan bayıra sürüdülər.
-101-ci otağa! - zabit dördüncü dəfə əmrini təkrarladı..."
Hizmetçi suyu getirdi. Çocuk elinden su bardağını düşürdü. Ama bardak üstüne değil, yere düşüp kırılmıştı. Bizim evdeki kadınlar hep birden,
— Aaaa!.. diye bir bağırtı ile çocuğa yürüdüler.
— Bişey oldu mu yavrum?
— Biyerin acıdı mı evladım?
— Çabuk kolonya getirin...
Çocuğun yine dudakları büküldü, çenesi büzüldü, suratı ekşidi, bir ağlama daha tutturdu. Canı yandığından yada korktuğundan ağlamıyordu. Ama kadınlar öyle bir çığlıkla sözde ilgileniyorlardı ki, zavallı çocuk da bunca telaş karşısında ağlamak zorunda kalıyordu. Her ağlaması yarım saatten uzun sürüyordu. Bizim evden gidene kadar dört posta ağladı. Ama yaramazlık da yapmadı.
Şimdi Cacık Cavit’i gördükçe oğlunu soruyorum.
— Hiçbir yaramazlığı kalmadı ama, durmadan ağlıyor, diyor.
Başka bir arkadaşa da, — Oğlumun huyunu bozdular, diye bizden yakınmış.
“Kulağına güvenecekti: Sözcük kulağa hoş geliyorsa doğru demekti. Biçim ve temel sözcük ve fikir arasındaki o mükemmel uyumun müzikal bir ahenge dönüşmesi gerektiği için Flaubert bütün cümlelerini la gueulade (bağırtı veya çığırtı) adını verdiği bir sınamadan geçirirdi. Yazdıklarını yüksek sesle okumak için Croisset'deki küçücük evinin yanındaki, ıhlamur ağaçlarının gölgelediği, halen mevcut olan ve allée des gueulades (bağırtı patikası) diye anılan yürüyüş yoluna giderdi. Yazdıklarını bağırarak okur veya kulağına hoş gelen doğru sözcüğü bulur ya da aşırı bir azimle peşinden koştuğu sanatsal kusursuzluğa ulaşması için gereken sözcükleri ve cümleleri aramaya devam ederdi.”
"Saat geceyarısını vurduğunda, dünya uykudayken, Hindistan hayata ve özgürlüğe uyanıyor..." Canavarın kükremesine iki çığlık, haykırış, bağırtı daha katılıyor, dünyaya gelen çocukların çığlıkları; gece göğünde safran yeşili asılı duran bağımsızlık şamatasıyla harmanlanıyor beyhude protestoları -
"Öyle bir an ki bu, tarihte eşine ender rastlanır, eskiden yeniye adım attığımız; bir devrin kapandığı; uzun zamandır bastırılmış bir ulusun ruhunun konuşmaya başladığı bir an..."
İnsanların bir konuda söyleyecek açık seçik hiçbir şeyleri olmayınca, susacak yerde tam tersini yapma huyları vardır: sözü ayyuka çıkarırlar, yani bağırırlar. Ve bağırtı saldırının, savaşın, kıyımın sesli eşiğidir. "Dove si grits non è vera scienza" yani bağrılan yerde gerçek bilim olmaz, diyordu Leonardo.
Yastığa bastırmak
Sığ yerden geçmek
Zamanı bilmek
Çökmeyi bilmek
Düşman olmak
Perdeyi açmak
Bulaştırmak
Dengeyi yitirmek
Korkutmak
Köşelerden girmek
Aklını karıştırmak
Üç bağırtı
Dağ-Deniz değişimi
Hiç öğrenci yoktu. Bomboş koridorlar, sessiz sınıflar ve sessizliğin kokusuyla okul ne kadar da büyük görünüyordu. Çok daha hüzünlüydü de. Ayak sesi yok, mırıltı yok, bağırtı da yok.
Hadi yirmilerinin başlarındaki gençlerin Atatürk, cumhuriyet, inkılaplar, sekülarizm, laiklik, batılılaşma, muhafazkarlık, İslam üzerinden birbirlerini yemelerini anlarım. Dünyaya bakarken bir yön tayin etme telaşının olduğu, ussal nazarın yalnızca ak ya da kara görebildiği yaşlar. Hoş olmaz ama anlaşılır. Ancak otuzunu aşmış koca koca insanların, sinkafla, sövgüyle atışmalarını anlayamıyorum. Hele bu sevimsiz atışmaları vasıtasıyla tatmin duyabilmelerini hayretle karşılıyorum. Çıldırtmak, kudurtmak, had bildirmek...
Çok sevimsiz ve faydasız. O ya da bu sebeple öfke biriktiriyorsa insan, öfkesini böyle hoyratça harcamamalı.
Misal, ben bu aralar küçük çocuğunun yanında yere çöp atan bir babaya girişmeyi düşünüyorum. Basbayağı çocuğunun yanında dayak atmak yani. Sokağı çöp kutusu gibi kullanan baba figürünün dayak yediğini gören küçük çocuk neler düşünür acaba? Sebep-sonuç ilişkisi kurup, babasının temiz bir dayağı hak ettiğini düşünür mü? Düşünmez. Sokağa çöp atmanın yanlış bir davranış olduğunu bilmesi mümkün değil. Çünkü ebeveyn, küçük yaştaki çocuğuna ne gösteriyorsa, çocuk için doğru olan odur. Yani bu durumda çocuğun babasına girişmek, bir nevi asil öfkemi heba etmek olacak.
Öfke ciğerden yükselen bir duygu. Ciğerde biriken havanın bir anda gürültüyle dışarı çıkması. Yani bağırtı çağırtı, gürültü, patırtı... Kan dolaşımını hızlandırır, ataleti üzerinizden silker. Bu yüzden öfkemin çalkalandığını hissettiğimde yürürüm, ev işi yaparım, yükü çok olan ihtiyara yardım ederim.
“Tarih bir ses çıkaracak olsaydı, bir çığlık, bir inilti, bir haykırış, bir bağırtı, bir böğürtü, bir homurtu, bir haykırış olurdu bu. Neyse ki, tarih konuşamaz – ağzına tıka basa ölüler, küller, çamur, kan, kemikler, ölüler tıkıştırılmıştır.”