“Ayrılık ne biliyor musun? Ne araya yolların girmesi, ne kapanan kapılar, ne yıldız kayması gecede, ne güz, ne ceplerde tren tarifesi, ne de turna katarı gökte... İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık. İpi kopmuş boncuklar gibi yollara döktüğü gözlerini, birer damla düş kırıklığı olarak toplaması içine. Ardında dünyalar ışıyan camlar dururken duvarlara dalıp dalıp gitmesi. Türküsünü söyleyecek kimsesi kalmamak ayrılık. Ödünç sesle konuşan bir kalabalık içinde kendi sesiyle silinmek. Birdenbire büyümesi, gülüşü artık yaprak kıpırdatmayan bir çocuğun. İnsanın yaşlandıkça kendi kuyusuna düşmesi. Bir kadının yatağına uzanan kül bağlamış bir gövde. Saçına rüzgâr, sesine ışık düşürememek kimsenin. Parmaklarını sözüne pınar edememek. Uzaklarda bir adamın üşümesi, bir kadın dağlara daldıkça. Işıklı vitrinlere bakmadan geçmek çarşılardan. Çiçekçilerden uzağa düşmesi insanın yolunun. Evlerle sokaklar arasında bir ayrım kalmaması... Ayrılık o küçük ölüm, usta dokunuşlarla bizi büyük ölüme hazırlayan.”
Bir o gülüşü kaldı
Şimdi duvarlarımda
Görmeye ömrümü adak sunduğum
Bir o gülüşü ... çın çın
Sesi yüreğimin kıyılarını döven
Üşüdükçe anısıyla ısındığım.
Celadet bey yok şimdi,artık bir kayıp o. Şimdi bu yokluk duygusun nasıl alışılır? Nasıl alışılacak?Her zaman oturduğu koltuğu şimdi sahipsiz.Her zman evin içini dolduran sesi ve gülüşü şimdi duvarlara sinmiş. Seçerek kullandığı kelimeler artık duyulmuyor.Kalem defter ve kitapları topluca raflarda onu bekliyor. Sigara tabakası, plakları onu bekliyor....
Ancak o gelmiyor.,o artık yok.
Bu aşağılık dünyada ya onun aşkını isterim, ya da hiç kimsenin! Hem mümkün mü bir başkasının beni etkilemesi?
Fakat ihtiyarın o kuru ve rezil gülüşü, o uğursuz gülüş, aramızdaki bağı koparmıştı işte.
İnsanın derdi ne kadar büyük olursa gülüşü o kadar sıcak olurmuş. Öyle derler bizim buralarda. O derdin büyüklüğü neye göre ölçülür biçilir bilmem ben. Fakat birinin gülüşünün sıcaklığını hissettim mi, anlıyorum ki derdi çok. Güzelleşmiş derdiyle..
Akşamdı adı bahar mı gül mü güz mü
ilk görüşte gülmeye başlamıştı
Yüzü sonbahar hüznü güneşe benziyordu gülüşü birdenbire geldi beklemiyordum
keskin bir bıçak gibi saplandı aklıma hep böyle cana yakın mı bakar acaba?
Gülerek yaz geçti kış geçti benden bir bahar geçti ben bahardan geçmedim
Akşamdı uyanıktım yatağımda oturuyordum İstanbul mışıl mışıl uyuyordu.
Şimdi ne yapıyordu ne yemiş ne içmişti
nerede dans etmişti gözleri dolu muydu yoksa düşleri dolu muydu
neyse neyse bunları düşünmek istemiyordum kanıma girmişti bir kere
sanki başı göğsümde eli elimdeydi
yaşamak sevmekten geçer diyerek
belki de sevdim isteyerek....
Sabahtı O yoktu ben yıkılıp gitmiştim
bir daha ne zaman nerede ne olacağımızı
ikimiz de bilmiyorduk.
Belki yeni başlayacaktık belki hiç başlamayacaktık belki de başlayıp bitirmiştik
Belki de Belki de...
Ayrılık ne biliyor musun? Ne araya yolların girmesi, ne kapanan kapılar, ne yıldız kayması gecede, ne güz, ne ceplerde tren tarifesi, ne de turna katarı gökte… İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık. İpi kopmuş boncuklar gibi yollara döktüğü gözlerini, birer damla düş kırıklığı olarak toplaması içine. Ardında dünyalar ışıyan camlar dururken duvarlara dalıp dalıp gitmesi. Türküsünü söyleyecek kimsesi kalmamak ayrılık. Ödünç sesle konuşan bir kalabalık içinde kendi sesiyle silinmek. Birdenbire büyümesi, gülüşü artık yaprak kıpırdatmayan bir çocuğun. İnsanın yaşlandıkça kendi kuyusuna düşmesi. Bir kadının yatağına uzanan kül bağlamış bir gövde. Saçına rüzgâr, sesine ışık düşürememek kimsenin. Parmaklarını sözüne pınar edememek. Uzaklarda bir adamın üşümesi, bir kadın dağlara daldıkça. Işıklı vitrinlere bakmadan geçmek çarşılardan. Çiçekçilerden uzağa düşmesi insanın yolunun. Evlerle sokaklar arasında bir ayrım kalmaması. Ayrılık yağmurdan vazgeçiş, sudan üşüme; yalnızca gölge vermesi ağaçların. İyiliğin küfre dönmesi ayrılık. Güneşin bir ceza gibi doğması dünyaya. Başını alıp gitmek gibi bir geri dönüş. İki adımından birisi insanın. Sevincin kundakçısı, hüznün arması. Süreğen korkusu inceliğin. Ayrılık o küçük ölüm, usta dokunuşlarla bizi büyük ölüme hazırlayan.
“Ayrılık ne biliyor musun? Ne araya yolların girmesi, ne kapanan kapılar, ne yıldız kayması gecede, ne güz, ne ceplerde tren tarifesi, ne de turna katarı gökte… İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık. İpi kopmuş boncuklar gibi yollara döktüğü gözlerini, birer damla düş kırıklığı olarak toplaması içine. Ardında dünyalar ışıyan camlar dururken duvarlara dalıp dalıp gitmesi. Türküsünü söyleyecek kimsesi kalmamak ayrılık. Ödünç sesle konuşan bir kalabalık içinde kendi sesiyle silinmek. Birdenbire büyümesi, gülüşü artık yaprak kıpırdatmayan bir çocuğun. İnsanın yaşlandıkça kendi kuyusuna düşmesi. Bir kadının yatağına uzanan kül bağlamış bir gövde. Saçına rüzgâr, sesine ışık düşürememek kimsenin. Parmaklarını sözüne pınar edememek. Uzaklarda bir adamın üşümesi, bir kadın dağlara daldıkça. Işıklı vitrinlere bakmadan geçmek çarşılardan. Çiçekçilerden uzağa düşmesi insanın yolunun. Evlerle sokaklar arasında bir ayrım kalmaması… Ayrılık o küçük ölüm, usta dokunuşlarla bizi büyük ölüme hazırlayan.”
Kral, çok değer verdiği kızını daha erken yaştan itibaren ince bir ruhla yetiştirir...
Tam okul çağına gelmiştir ki, çocuk saraydan çalınır...
Kral ne kadar arasada, kızını bulamaz...
Aradan yıllar geçse de, kral ve eşi kızlarını aramaktan vazgeçmemişlerdir...
Bir gün kralın yolu dağ başında çadırlar içinde yaşayan köylülerin yanına