Her tercihin, her gruplaşmanın, her hükmün, her eleştirinin, her itirazın, her muhalefetin ve her muvafakatin arkasında az ya da çok, isteyerek veya istemeyerek bir benlik, bir bencillik, bir enaniyet söz konusudur. Din, iman, hakikat, ilim, maslahat, halk, mukaddesat, hak ve batıl da genellikle benlik duygusu için ya güzel bir maske olmuştur ya da gerçekleri istemesine rağmen çeşitli vesilelerle bencilliğe de müptela olmuştur.
Kimi zaman bir müessesenin, bir bireyin veya bir fikrin “olma'sı başlı başına bir cürüm”dür. Zira gevşek “olan"ları, yani daha uyuşuk olan müessese, birey veya fikirleri istemeyerek tahkir eder, noksanlıklarını ortaya çıkarır. Her başarı ve muvaffakiyet diğerlerinin noksanlık ve zafiyetini gündeme getirir. Böylece "haset" duygusu bir saplantı halini alır, sahibini yaralar, sürekli acı verir ve farkında olmadan bu acıya sebebiyet veren şey(ler)e karşı ruhunu bir düşmanlık, bir kin kaplar. Onu karşı tarafla mücadele etmeye, ona hücum etmeye, kusurunu araştırmaya, eksik yönlerine şiddetle vurgu yapmaya, yoksa eksik yönleri icat etmeye, fasıklıkla itham etmeye iter. Bütün bunlar da dine, ilme, bilime ve halka hizmet adına; kutsal, takvaya ve hakikate uygun, aydınca ve ilerici bir eylem olarak yapar. Bu, bencil bir kimsenin farkında olmadan vicdanını yaralayan ve kendisini oyuna getiren bir tuzaktır.
İşte Kur'an'ın neden "Muavvizeteyn” sûreleriyle son bulduğunu ve bu iki süreden birinin neden "Haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden Allah'a sığınmakla" sona erdiğini, bunun bir tesadüf olamayacağını anlayabiliriz.