SEN
Sen : Çamlı dağlarda ağaran şafak...
Sen : Duru gönüllerin nilüferisin
Sen : Engin ovada sararan başak...
Sen : Umut kaynağı, alınterisin
Sen : Gökte yıldızsın, uykularda düş...
Sen : Yeşil ekinsin sen beyaz gümüş..
Sen : Mavi denizsin sise bürünmüş...
Sen : Sevda sırrının düğümlerisin
Sen : Her güzelliğin canlı sergisi
Sen : Kalb yarasının emin sargısı...
Sen : Benim dileğim, Hakk'ın vergisi..
Sen : Gönlümde saplı aşk hançerisin
Sen : Koyu gölgesin yaz sıcağında
Sen : Olgun meyvesin dal kucağında
Sen : Korsun, alevsin aşk ocağında
Sen : Gadir Allah'ın şaheserisin
Sen : Bensin gel gör ki ben sen değilim
Sen : Benim düşünce ruhum ve dilim
Sen : Benim gözlerim, ayağım, elim...
Emin ol, sen bana benden berisin
Timuçin’in amacı, "Türk birliğini’’ sağlamaktı. Bu genç adam, eski Koyunluların, Göktürklerin, Orhonluların, Uluhanların, Tupaların, Yueçilerin ve Hunların birer efsane halini alan şerefli mücadelelerinin anlatılarak, Türk diyarında yine o şereflerin filizlenmesine ve büyüyüp dal budak salmasına çalışılmasını tavsiye ediyordu. O her hikayeyi mutlaka şu sözlerle bitirirdi. "Eski Türkler, atalarımızın yaşadığı uluslar "Hiyong-No’’ diye adlandırıldıkları, yahut Hunlar bizim adını bile bilmediğimiz engin sular kıyısında avlandıkları günlerde, bütün dünya silahlarımız karşısında tir tir titrerdi. Seksen bir bin millet kara sancağımızın karşısında diz çökerdi. Şimdi ünsüz, yarı çıplak birer göçebeden başka bir şey değiliz!
Nihayet gün bitti; işte beklediğin
Geldi:gece, gece, için kadar engin,
İçin kadar zengin bir gece.Sahiden
Hulyanla baş başa karanlıklara dal;
Ve geceler gibi bilmecelerle kal!
“Böyle günler kendisini geceden belli eder. Canın sıkılır, sıcaklık basar, biraz ferahlayayım diye balkona çıkarsın. Bir elinde ince belli bardakta çay, diğerinde hare hare tüten bir dal sigara...”
Nihayet gün bitti; işte beklediğin
Geldi: gece, gece, için kadar engin,
İçin kadar zengin bir gece. Sahiden
Hulyanla baş başa yaşamak istersen,
Pırıl pırıl yanan karanlıklara dal;
Ve geceler gibi bilmecelerle kal!
Önüne geleni deviren bir güreşçi, padişahın huzuruna gelir. Padişah, "Bir de benimle güreş bakalım" der. Güreşirler ve güreşçi, padişahı yener. Padişah da "Fidan gibi, dal gibi bir kızım var, onu sana hediye ediyorum" der. Kızını güreşçi ile evlendirir. Fakat bir hafta sonra kızı gelip babasına "Ya baba, ben bu adamdan memnun değilim. Benimle yatağa girmiyor. Benden uzak duruyor" der. Padişah nedenini sorar. Kızı da "Bilmiyorum, benden uzak duruyor" diye yanıtlar. Padişah güreşçiyi çağırır, "Niye benim kızımdan uzak duruyorsun? Ben seni evlendirdim, kızımın gönlünü hoş tutman lazım. Hiç kızıma dokunduğun yokmuş" der. Güreşçi yanıt verir:
"Padişahım, eğer kızınızla birlikte olursam güçten düşerim. O yüzden şey yapmıyorum, yoksa seviyorum kızınızı"
Padişah, bunun üzerine sinirlenir:
"Ulan biz koca haremden geçip seninle güreşiyoruz ya?"
Biz de 1980'den beri Engin Ardıç'lardan, Mehmet Barlas'lardan kurulu haremlere bağıra bağıra bugünlere geldik. Sadeleştirip anlatmaya çalıştık. Bunca yoksulluğun, yolsuzluğun içinde bizi ayakta tutan nedir?
Hindistan’ın Surat kasabasında bir kahvehane vardı, dünyanın her tarafından yabancıların, seyyahların uğradığı ve hasbihale daldığı.
Günün birinde bilgin Acemin biri uğradı buraya. İlahiyatçıydı. Ömrünün çoğunu Tanrının doğasını anlamaya ve bu konuyla ilgili kitaplar okumaya harcamıştı. Öylesine çok tefekkür etmiş, okumuş ve yazmıştı ki Tanrı
Bakın burası zindan. Burası benim cehennemim. Size sorsam burası iki oda bir salon çabuk ısınır daire. Ah ah. Doğup büyümüş, büyürken öğrenmiş ve öğretilenlerle kendi zindanına hapsolmuş zihinlerin farklı meşgale arayışları... Dışarıdan haberin var mı?
Lakin düşüncelerime karşın net bir biçimde lal oluyorum. Hani işaret dili bilsem bir nebze anlatırım belki, dışa vururum mentalimde biriktirdiklerimi ya da dilimde dökülmeyi bekleyenleri. Çaresiz kaldım, kalıyorum, kalıcaklar ve kaldılar!...