‘Eşitliğe gelince, eşitlik daha da hayal. Bir kere kaderimiz doğumumuzdan çok daha önce saptanıyor. İlk Günah’ın felsefi bir anlamı var. Ölüler yaşayanların peşini bırakmıyor, iki kuşak önce yaşamış bir anneannenin zeka kıtlığı silinmez bir iz bırakabiliyor bizde de. Sonra coğrafya… Başka medeniyetlerin birkaç yüzyıldan beri aşmış olduğu bir medeniyet merhalesine zincirli kalmış milletler var: Coğrafi bir kader bu da. İnsan tek başına kendisini şekillendiren bir bütün değil. Ve dünya insan zekasının fetihlerine rağmen, el ele tutuşup hep birlikte şarkılar söyleyebileceğimiz bir cennet olmaktan daha çok uzak. Duvarlar var insanların arasında ve daha uzun zaman da var olacak. Hatta bana öyle geliyor ki, bu hayali eşitlik, sosyal adalet rüyaları gerçekleşse bile daha uzun zaman kendini bekletecektir.’
‘Bir vahşi gibi yaşadım, herhangi biri gibi acı çektim. Hayatımda hiçbir fevkalade olay yok: önemsiz hayal kırıklıkları, gerçekleşmemiş rüyalar, yerine getirilmemiş projeler… İşte 38 yılımın iyice sıkıcı ve hiç de ilginç olmayan hikayesi.’
‘Düzeni gereği, kendi kendine sona erecek. Bu güzel sesi sevmemin asıl nedeni bu: Tok ve içli oluşundan ziyade, öncesinde bir yığın notanın ölerek onun ortaya çıkışını hazırlaması gidiyor hoşuma. Ama yine de tedirginim. Gramofonun durması için ufacık bir şey yeter. Bir yay kırılabilir ya da kuzen Adolphe’un huysuzluğu tutar. Bu sağlamlığın, böyle dayanıksız olması heyecanlandırıyor insanı. Onu hiçbir şey durduramaz ama her şey kırabilir.’
‘Belki de acı, yaşadığımızı bize hissettiren bir dosttur. Onu sevinçle kabul etmeli ya da ondan ayrılmalıyız. Şurası kesin: İlerleyen yaşla beraber beden ne denli düşkünleşirse, zihin o denli keskinleşir. Öğrenme becerisi açısından değil. Ama kesinlikle akıl yürütme yetisi. Bıçak gibi! Neredeyse insanın başını döndürecek kadar keskin. Handiyse ileriyi görmeye yetecek kadar! O kadar çok deneyim ediniriz ki kişisel haritamızdaki beyaz alanları bile nihayet doldurabiliriz. Hayatımızı tereddüt etmeden çizeriz buraya. Hal böyle olunca da belimizin ağrımasına, boynumuzun tutulmasına, parmaklarımızın kalemi kavrayamamasına ya da bir şeyleri not etmek için evin üst katına çıkarken soluk soluğa kalmaya aldırmayız.’
‘Yaşarken böyle görmüyordum durumu. Çünkü yaşayan herkesin bir geleceği vardır. Sadece ölüler gerçek anlamda hayatlarının bilançosunu çıkarabilir, çünkü artık yaşamaları gerekmiyordur. Yaşamak zorunda olan kişiyse, ne kadar saçma ve gerçeklikten uzak olsa da, günün birinde tecrübelerinden ders alacağına ve hayatındaki kimi şeyleri değiştireceğine inandırır kendini. Daha iyi yapacağına.’
‘Acı en yüksek düzeyde yaşansa bile, eziyet çeken bedeni yok etmeye yeterli olmuyor—çünkü o anlar bir şekilde atlatılıyor ve yıldırım çarpmış bir ağaç gibi devrilmek yerine, nabzımız atmaya devam ediyor. Yaşadığım acı da, yalnızca kısa süre için, eklemlerime öylesine güçlü bir şekilde vurdu ki, soluğum kesilmiş ve şaşkına dönmüş halde o banka çöküp kaldım. Ne var ki daha önce de söylediğim gibi acı korkaktır ve ruhumuzun aldığı onca ölümcül darbeye rağmen bedenimize sımsıkı tutunmayı sürdüren yaşam isteğine boyun eğer.’
‘Yüzme bilmeyen birinin boğulmakta olan birine yardım için bir köprüden atlamasını başka nasıl açıklayabiliriz? Büyülenmiş gibi, gösterdikleri cesaretin anlamsız olduğunu doğru dürüst düşünmeye fırsat bulamadan sanki bir başka irade onları arkalarından iterek köprüden aşağı atmış gibi yaparlar bunu.’
‘Duygularımı canlandıran kıpırtılar azaldıkça, hayat çarkının daha hızlı döndüğü yerlere gitme isteğim de artıyordu; çünkü eğer siz kendiniz bir macera yaşamıyorsanız, başkalarının tutkulu taşkınlıkları bir müzik ya da tiyatro oyunu gibi sinir sisteminizi uyarıyordu.’
‘Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur, kimi müdürlüğüne, kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin “—Veli ağanın öküzleri gibi öküz yoktur.” demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi!”
‘Nasıl kolayca söyleyiveriyor bunu. Sevmek! Kelimelere herkes kendine göre bir anlam, bir değer veriyor galiba. Bu değerler aynı olmadıkça iki kişi iki ayrı dil konuşuyorlarmış gibi olmuyor mu?’