Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

413 syf.
8/10 puan verdi
·
16 günde okudu
Gün Olur Asra Bedel, C.Aytmatov
Sadece tek bir gün koskoca bir asra nasıl bedel olabilir? Bir asırda 36.500 gün bulunmaktadır. Peki, 1 gün = 36.500 gün (1 asır) demek de ne oluyor? Matematik kurallarını alt üst eden böylesi bir kurguyu
Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov
yazıyorsa bu elbette mümkün. Matematik Bilimi’nin yapamadığını sihirli bir dokunuşla ‘’Edebiyat’’ yapar. Edebiyat, tam da bu noktada Matematik Bilimi'nin üstüne çıkar. Matematik Bilimi’nin formüller dünyasına aykırı olan bu durumu Cengiz Aytmatov , Edebiyat vasıtasıyla gayet gerçekçi, reel bir zeminde bu eserinde okurlarına anlatmış. Evet, Cengiz Aytmatov’a göre; 1 gün = 36.500 gün (1 asır) olur. Gün Uzar Yüzyıl Olur ;
Gün Olur Asra Bedel
Gün Olur Asra Bedel
olur. 24 saatten çok daha fazlasını okuyor olacaksınız. Bir asra (yüz yıla) bedel olan o ‘’tek bir gün’’ nasıl bir günmüş bir bakalım . . . İzafiyet Teorisi (The Theory of Relativity) ‘ne göre; zaman, mekân, hareket birbirinden bağımsız değildir. Her biri birbiriyle sarmal halde birbiriyle ilintilidir.
Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov
, bunu geriye dönüşlerle (flashback) yapar. Roman örgüsünde anlık sert geçişlerle kimi zaman efsanelere, mitolojilere, menkıbelere kadar uzanır.
Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov
, bu romanda kurgusal bir başarıya imza atarak romanın baş kahramanı Yedigey’in tüm ömrü boyunca yaşadıklarını, karşılaştığı olayları, deneyimlediği hüzünlerini, sevinçlerini… Kısacası, tüm yaşanmışlıklarını ve bu yaşanmışlıklardan elde edindiği ‘’Genel Hayat Muhasebesi’’ni yine muhasebesel ifadeyle bir ‘’Ara Toplam’’ olarak okurun önüne koyuyor. Tüm bir ömür yaşanılanların sadece bir güne sığdırılması, bir günün bir yüzyıla eşitlenmesi, uzay zamanın bükülmesi, izafiyet teorisine bir atıf gibi durmaktadır. Bunu da roman kurgusuyla harmanlamayı başarmak; zaman, mekân ve hareketi aynı potada eritebilmek ancak Cengiz Aytmatov gibi Dünya çapında büyük kalemlerin sihirli dokunuşlarıyla yapılabilecek bir ustalık sanatıdır. Evet, Cengiz Aytmatov , uzay zamanı bükerek edebi bir kurguyla izafiyet teorisini arka planda çok iyi çalıştırmıştır. Romana isim babalığı yapan, tam olarak bu teoridir, bu romandaki büyük tablo budur. ‘’Bir Gün’’ bu şekilde ‘’Bir Asra (yüzyıla)’’ bedel olmuştur. Uzaktan baktığımız büyük tabloya doğru biraz daha yaklaşıp tablodaki detaylara odaklandığımızda; romansı esere asıl lezzetini veren nüanslara rastlıyoruz. Zaman kavramını roman örgüsü boyunca sürekli uzay zamanı bükerek yapan
Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov
, geriye dönüşlerle (flashback), hatıratlarla, büyüklerinden duyduğu nakillerle, menkıbelerle uygulamaktadır. Satır aralarında bunlardan bahsedilse de asıl büyük başlıklar, efsaneler üzerinden şekillenmektedir: Nayman Ana Efsanesi, Raymalı Aga Efsanesi, Dönenbay Kuşu Efsanesi ... vs. Tabi, bunda Cengiz Aytmatov ‘un , bizzat kendi babaannesi Ayıkman Hanım'dan dinlediği hikâyelerin, menkıbelerin, efsanelerin de etkisi var. Babaannelere dikkat (!) şayet torunlarında yazarlık potansiyeli yeteneği varsa taşları yerinden oynatıyor; böyle babaanneler, çok büyük yazarlar çıkartabiliyor :) Babaannesinden duyduklarını romanlaştırarak kaleme alan ve Dünya çapında bir yazar haline gelen ''Kolombiyalı Büyülü Gerçeklik Ustası'' yazar
Gabriel Garcia Marquez
Gabriel Garcia Marquez
‘i bir parça hatırlattı bana. Yazarlık kaderleri, bu kısmıyla biraz benzer gibi duruyor. Romanda çok ağır hayatların yaşandığı çok büyük bir coğrafyada koşullar ne kadar zor olursa olsun bir şekilde hayata tutunmaya çalışan, küçük hayatların basit ve mutlu insanlarını anlatmış. Uçsuz bucaksız Sarı-Özek Bozkırı’nın ortasında hepi topu sadece sekiz evden ibaret bir yerleşim ve bu yerleşim için sadece temel ihtiyaçlarını karşılayacak sade ve basit gereçlere sahip mütevazı insanlar yaşamaktadır. Sanki böylesi ağır ekonomik şartlarda geçinmek çok kolaymış da bir de yazın sıcağı, kışın soğuğu birbiriyle anlaşmışlar gibi insanların üzerlerine abanırcasına yüklenir durur. Bozkır hayatının kış ve yaz mevsiminin sert koşullarını
Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov
‘un çok güçlü ifadelerle betimlediğini görüyoruz. Yaşadığı coğrafyaya ne kadar hakim bir yazar olduğu bu satırlardan kendini belli ediyor. Roman örgüsü boyunca karşımıza sürekli ‘’Tren’’ çıkmakta; ‘’ … Trenler Doğudan Batıya ; Batıdan Doğuya gider gelirdi.’’ cümlesi, özellikle her bölümün başında ana-ara başlıklar ekseninde karşımıza çıkıyor. Ne olursa olsun (her koşulda) yollarına aynı ray üzerinde (aynı çizgide) hiç durmadan aksamadan gidip gelen bir vasıta olarak burada ‘’Tren’’ metaforunu ‘’Hayat Kavramı’’ ile sembolize edildiği gözükmektedir. Özellikle cümle aralarında, ana-ara başlıklarda trene ait bu satırları roman örgüsünde sürekli geçirmesi, her ne olursa olsun aynı çizgide hayatın devam ettiğini, etrafındaki hiçbir şeyi umursamadan geçip gittiğini okuruna hatırlatmaktadır. Sanki her bir tren, aynı bir insanın ömrü gibi ilk istasyondan (doğum) başlayıp son istasyona (ölüme) gider gibidir. Asıl hayat metaforu ise bu treni taşıyan demir raylardır. Hayatın klasik senaryosudur raylar, çünkü o raylar hiç değişmez. Yazar bu kısmı ayrıca, ‘’Coğrafyada uzaklıklar nasıl Greenwich meridyeninden başlıyorsa, bu yerlerde de mesafeler demir yoluna göre hesaplanırdı...’’ diyerek yine metaforik perspektif zekâsını da konuşturmuştur. Bu demir rayların üzerine oturduğu Sarı-Özek Bozkırı ise eserin tüm kurgusuna ev sahipliği yapan zemindir; bu öylesine devasa bir zemindir ki yolları gide gele bitmez, ufuk çizgisi birleşmez, kışı da yazı da insanı canından bezdirir.
Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov
,roman kurgusunun ana mekanı olan devasa büyüklükteki Sarı-Özek Bozkır’ına , koskocaman bir Uzay Üssü inşa ederken onun hemen yanıbaşına ise hepi topu 8 evden oluşan küçücük bir alana sığan basit ve küçük hayatları kurguya monte etmiştir. Okurun zihninde tüm bu kurguların iyice şekillenmesi için de özellikle hayvanlar üzerinden coğrafi betimlemeleri çok başarılı şekilde romanında işlemiştir. Özellikle kitabın ilk başlarındaki tilki betimlemesi sanki kimi zaman tilkinin retinasının içine bir iç kamera takmış oradan gördüklerini tilkinin kendi gözünden ifadelerle anlatırken kimi zaman da dış kamerasıyla tilkiyi doğanın içinde özgürce dolanırkenki halini satırlarına anbean canlı bir şekilde aktarmıştır. Farklı perspektifleri çok iyi kullanan bir tarzı var, Cengiz Aytmatov'un. Yaşadığı coğrafyaya hakim oluşuyla kaleminin ustalığı da birleşince ortaya böylesi güzel coğrafi betimlemeler çıkıveriyor.
Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov
, sadece coğrafyasının doğal bitki örtüsüne, iklimine değil hayvanlarına da oldukça hakimdir ki zaten kendisi aslen veteriner hekimdir. Romanda en çok bahsi geçen hayvan Karanar adlı devedir. Bu deve, öylesine azgın dizginlenemeyen bir devedir ki Yedigey gibi sakin, nahif, hassas ruhlu adamı bile en sonunda insanlıktan çıkartır. Sarı-Özek'te ne kadar deve varsa hepsiyle dövüşür, ne kadar dişi deve varsa hepsiyle hiç durmadan çiftleşir hatta kendi sürüsündekilerle de yetinmez, başka köylerdekilere de musallat olur. Sanki içine hiç tükenmek bilmeyen bir batarya pili takılmış gibi oradan oraya sürekli azgınca koşar gider, asla yerinde dur(a)maz. Ben
Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov
gibi derin bir yazarın burada sadece bir hayvan figürü olarak deveyi kullandığını düşünmüyorum. Burada deve bir semboldür ve atalarından sahip olduğu genetik aktarımla gelen olağanüstü gücüyle yaşadığı sınırsız iktidar arzusu ve en güçlü deve oluşu sebebiyle iktidarı ele alışı ve sonrasında dizginlenemeyen güç zehirlenmesini ve ele geçirdiği her tarafı/her kendi canlı türünün istilasını sembolize eder. Ancak pek tabi ki bunda bir hayvanın ne suçu olabilir? Böyle yaratılmış olması, elbette onun suçu değildir. Hayvan, bilinci olmayan bir mahluktur. İnsan türünden zaten bu yönüyle ayrılır. Bu azgın devenin (Karanar) de kendi tabiatının verdiği azgın davranışlarının ve yaptıklarının sonuçlarının farkında olması da zaten beklenemez. Bitkiler ve hayvanlar da insanlar gibi var olurlar, ancak var olmanın ne anlama geldiği sorusunun muhattabı asla değildirler. Bu sorunun cevabı ile ilgilenmesi gereken tek tür varoluşsal bilincinin farkında olan ‘’İnsan Türü’’ dür. O halde burada başka bir sorun ortaya çıkıyor; sürekli ilerleyen zamanla birlikte kendisinin de ilerlemesi gereken ‘’Toplumsal Evrim’’, bırakın olması gereken yerde çakılı kalmayı, neden geriye doğru gitmektedir? Günümüzde artarak devam eden kanlı savaşlar, kanlı sinsi planlar, dünya toplumlarının ve dünya siyasetinin genel olarak yaşadığı ahlâki çöküşler göz önüne alındığında geriye doğru bir gidiş olduğunu görmekteyiz. Belki de kendi türümüzden daha aşağıda gördüğümüz ‘’Hayvan’’ olarak nitelendirdiğimiz türden daha aşağı bir türe dönüşmek zorunda mı kalacağız sorusu da akıllara gelmiyor değil hani . . .
Carl Gustav Jung
Carl Gustav Jung
‘un
Dört Arketip
Dört Arketip
eserinde de belirttiği gibi: “Eğer hayvanda bilinç olsaydı, ahlâken insandan daha iyi olurdu.” #184348082 Ancak ‘’İnsanlıktan Çıkan’’ başka bir tür daha vardır ki: bu eserde en vahşi, en acımasız cümlelerle tasvir edilmiştir: Mankurtlaşmış İnsan Mankurtlaşmak terimini literatüre sokan
Gün Olur Asra Bedel
Gün Olur Asra Bedel
adlı bu eserdir. Romanda mankurtlaştırılma işleminin nasıl yapıldığı tiksinti verici bir biçimde detaylarıyla anlatılıyor ancak kısaca söylemek gerekirse; deveden alınan bir deriyi insanın başına geçirme işkencesi olarak tanımlayabiliriz. Bu işlem sonucu eğer hayatta kalabilirse artık ölünceye kadar hafızasını tamamen yitirmiş, geçmişinden en ufak bir iz bile bulamayan, sadece efendisinin emirlerine itaat etmeye odaklı bir mahluka dönüşür. Ona ölmemesi için bir parça ekmek ve su vermek yeterlidir. Kendi özüne, ailesine, toprağı hakkında tüm bildikleri unutturulan, özünden kopartılan kendi özünün bir daha asla farkına varamayacak olan bu adam, artık itaatli bir hayvandan farksız hale getirtilmiştir. Bir insanı özünden, benliğinden koparmak, hafızasını söküp atmak . . .Bir insan evladına bu kadarı da yapılmaz dedirten cinsten. Şu iki cümlelik fiziksel tasviri içeride yaşadığı kaosu gözler önüne ne kadar da net bir şekilde sermiş: ‘’İki kaşının arasında ter tanelerinin birikmesinden, gözlerinin bir sis perdesi ardında kalmış gibi görünmesinden hatırlamaya çalıştığı belliydi. Hatırlamasını engelleyen kalın bir duvarı aşamadığı da anlaşılıyordu.’’ s.159
Gün Olur Asra Bedel
Gün Olur Asra Bedel
, bir ‘’Zihinsel Sıfırlanma (Resetlenme)’’ olan bir Mankurtlaşma Hikâyesi’dir de denilebilir. Bu kısımlar, biraz daha eşelendiği zaman; İnsan (birey) konumundan ‘’Özne’’ konumuna düştüğü gözükmektedir:
Gün Olur Asra Bedel
Gün Olur Asra Bedel
, bireyin ‘özne’ olmaktan çıkartılarak ‘nesne’leştirilmesi üzerine kurulur.
Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov
, rejimin baba-ana ocağından koparılarak devletin kendi ideolojilerini enjekte edeceği yatılı okullarına zorla aldığı gençleri yine rejim politikaları doğrultusunda ‘’şartlanmış, muhakeme yetisi sıfırlanmış, devletin uygun gördüğü sloganlardan başka bir söylem kullanmayan’’ fabrikasyon bir ürün haline getirilmiş bireyler oluşturur. Yalnız buradaki ‘’Özne’’ , ailenin değil rejimin hamurunu bizzat yoğurduğu ‘’özne’’ ler olduğu için bireysellikten/özgünlükten koparılmış devlet tarafından fabrika ayarlarına döndürülüp kendi programı içine yüklenmiş ve sonrasında ‘’sanki özgür bir bireymiş gibi’’ hayatın içine salınmış kişilerden bahsedilmektedir. Rejimin varlığını sürdürebilmesi için bu ‘’kendini özgürmüş gibi hisseden, rejim tarafından zihinsel format atılmış’’ bireylere ihtiyaç duyulmaktadır. İktidarın var olabilmesi için öznelerin yukarıda bahsedilen şekilde (!) özgür olması gerekmektedir. Yani iktidarı oluşturan söylem birliklerinin bu şekilde (!) özgürleştirilmiş bireylerce özgürce (!) dile getirilmesi gerekir. Bakıldığında; böylesi insanlar, oldukça tehlikelidir. Çünkü kendi öz benlikleri ve özgün zihinlerini, hafızalarını, geçmişlerini, değerlerini kaybetmişler, sadece rejimin emirlerine kodlanmış bir biyolojik robota dönüştürülmüşlerdir; ''İnsanlıktan Çıkmak'' dedikleri böyle bir şey olsa gerek . . . Ona göre; özneler, özgür olmadıkça iktidar ilişkilerinden söz edilemez. İktidar, hem yaratır, hem bastırır ama bastırmadan önce mutlaka yaratır; çünkü bastırdığı bireyler (nesneler), kendisinin ürettiği ürünler olmalıdır ki bu baskı mekanizmasının sistemi kurulabilsin. Rejimin okullarında yatılı okuyan bireyler, rejimin dikte ettiği yapay bilgiler ve sloganvari söylemler, gündelik yaşantılarındaki sohbetlerinin içeriklerini oluşturmaktadır. Halk içine karışmış olsalar da sanki halktan biri gibi değil de rejimin birer elçileri gibi propaganda yapmaktadırlar. Romanda da geçtiği üzere; “Gün gelecek şöyle olacak . . .’’ ‘’İnsanlığın yüksek çıkarları için çalışan bilim . . .’’ ‘’ . . . toplumun yüksek çıkarı için . . . ‘’ Söylemleriyle halktan biri gibi konuşuyor gözükse de en tepedeki insanın totaliter rejimin kukla iplerini tuttuğu, içi boş vaatlerle dolu bir sistemin neferidirler. Geçmişini, değerlerini, kendi öz insanıyla olan bağlarını kopartıp atan bir bireyin, geçmişte kökü olmadan geleceğe uzanması imkansızdır. Romanda mankurtlaşan Sabitcan karakteri de aynı böyle bir karakterdir. Çocuk denilebilecek yaşta evinden koparılarak Sovyet ideolojisinin yaşaması için yetiştirilmiştir. Babasının cenazesi için zorunluluktan dolayı evine, ocağına bir süreliğine dönmek zorunda kalmıştır. Geçmişiyle bağı kalmamış, ailevi ve yöresel bağları yok denecek kadar zayıflamış halde duruşu ile Yedigey’i sürekli çileden çıkarmaktadır. Hatta bu gencin babasının ölümünün hatta nereye gömüleceğinin bile hiçbir önemi yoktur. Sabitcan karakteri, sistemin bir kölesi olmuş bir nevi mankurtlaştırılmış bir görüntü vermektedir. Konuşmalarında derinliği olan hiçbir cümle kuramaz, bunun yerine sanki her yapılan icraatın doğru olduğunu savunan iktidar partisi sözcüsü gibi ezberletilmiş sloganlarla konuşur. İktidar partisinin sloganları da olmasa konuşacak iki cümle kuramayacak gibidir. Hatta bu gençler, Tanrı olarak S.S.C.B rejimini ve onun en büyük eseri olan Sarı-Özek Uzay Üssü’nü görürler. Uzay Üssüne tanrı gibi taparlar çünkü, tüm insanların uzaydan insan zihnine gönderilen sinyaller tarafından yönetileceğine inanırlar. Sadece gönderilen sinyaller ile rejimin direktiflerini uygulayacak olan insanlar, artık kendi başlarına bir şey düşünemeyecek durumda olacakları için insanın bir özneden nesneye dönüşeceği, insanlık kavramının içi tamamen boşaltılarak uzay boşluğunda kendi haline salınarak bırakılmış gibi insanlık meçhule doğru yitip gideceği gözükmektedir. Böylesi bir durumda, Dünya’nın tek hakimi gücü elinde bulunduran tek bir makamın elinde çocuk oyuncağına dönecektir. Böylesi bir projenin adının geçmesi bile o bölgede yaşayan insanlar üzerinde ‘’Nihilist Bir Travma’’ ya sebep olması da gayet doğaldır ki böylesi satırlara kitap içerisinde zaten bolca rastlıyoruz. İşin en ilginç kısmı ise, böylesi acımasız bir sistemi bir futbol takımı tutar gibi körü körüne destekleyen, onların ezberlettiği söylemlerden dışarı çık(a)mayan rejim savunucularının da böylesi bir yok oluştan kendilerinin de nasibini alacağı gerçeğini asla düşünemeyecek zihinde oluşlarıdır. Kaldı ki savundukları sistem, maalesef ki kendi celladı olacaktır. Özellikle, romanda cenaze merasimi esnasında durduk yere oradaki ahali arasındaki konuşmalar böylesi bir projeden ne kadar korktuklarını göstermektedir. Hatta bir yerde Yedigey’in “Ya bazı bilim adamları tanrı olmak hırsına kapılmışlarsa? Kendilerini tanrı yerine koyarak bizi yönetmeye kalkarlarsa?” (s. 49) dediği kısımdaki endişelerin, günümüze bakıldığında bile çok da haksız olmadığı gözüküyor. Günümüzde açıklanan/açıklanmayan tüm devasa teknolojilere bakıldığında Yedigey’in romanda taşıdığı haklı endişeler, aslında şu anda bile hepimizin zaman zaman aklına düşen o soruyla ortaya çıkıyor; Teknoloji, aslında kimin işine yarıyor? Daha önce Tanrı olma hırsına kapılan bilim insanları
Albert Einstein
Albert Einstein
‘ın icat ettiğinden atom bombası üretmediler mi? Teknoloji ile ilgisi olmasa da 2.Dünya Savaşı’nda
Friedrich Nietzsche
Friedrich Nietzsche
‘nin Üst-İnsan (Über-Mensch) kavramını alıp siyasi politikalarına alet etmediler mi? Bu yönüyle
Adolf Hitler
Adolf Hitler
‘in ömrünün son yıllarını hasta yatağında geçiren
Friedrich Nietzsche
Friedrich Nietzsche
‘yi sık sık ziyaret etmeleri çok mu insani bir sebepleydi? Teknolojik ya da siyasi olması farketmez; ikisi de aynı potada eritilmiştir. İyi olan bir şey, gücü elinde bulunduran insanların ellerinde insanlık için kötülüğe evrilmiyor mu? Bilim-Teknik, insanları özgürleştirmeyi değil de aksine iktidarın denetim mekanizmalarını mı geliştirmekte, güçlendirmekte, bireylerin özgürlüğünü ise her geçen gün daraltmaktadır? Bu arada aslında
Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov
‘un kurgusal & perspektif edebi zekâsına da şahitlik etmiş oluyoruz; eseri yeryüzünden (yatay düzleminden) alıp roketle uzaya (dikey düzleme) göndererek yataydan dikeye uzanan perspektif bir derinlik, bir boyut kazanıyor, bu sayede yazar eserin ufkunu ve hacmini genişletmiş oluyor. Tam da bu kısımlar, her yazarın yapabileceği tarzdan şeyler değildir. Cengiz Aytmatov , bununla da kalmamış yataydan dikeye hareket ettiği gibi uzaydan da Dünya’ya bakıp sanki kamerasıyla görüntüyü uzaktan yakınlaştırarak - zoom yaparak - bakıyor gibidir. Bu da başka bir perspektiftir. Hatta bu kısımlar, perspektif boyutunun zirvesidir. Uzaylılar tarafından misafir edilen astronotların Dünya’ya gönderdiği mesajlarda Dünya İnsanlığı’nın yukarıdan nasıl gözüktüğünü, insanların aslında birbirlerini kardeş kavgalarıyla yiyip bitirmelerinin ne kadar boş ve anlamsız olduğuna hatta romandaki kendi tanımlarıyla; ‘’Ya yeryüzündeki insanlar, trajik bir yanılma ile tarihin ancak bir 'Savaşlar Tarihi' olduğuna kendilerini inandırırlarsa? sorusunun ne kadar da haklı bir soru olduğunu görünce bir okur olarak kendi türümüzden utanıyoruzdur belki de. Bence eserin en önemli kısımları ‘’Uzaydan Gelen Mesajlar’’ kısmıydı.
Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov
, şimdiye kadar hep yeryüzünü yazdım biraz da yeryüzünün (Dünya’nın) yukarıdan nasıl göründüğünü yazayım, belki de o zaman insanların akılları bir parça başlarına gelir bari diye düşünüp yazmış olsa gerek . . .
Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov
, roman örgüsünde bu uyarıcı kısımları sadece ‘’Uzay’dan Gönderilen Mesajlar’’ astronotların çabası ve Uzaylıların iyi niyetli iş birliği teklifleri ile yapmamış, yeryüzünde de insanlığı uyandırma işini Abutalip karakterine yüklemiştir. Abutalip’in yazma sebebi, evlatlarına naçizhane bir uyarıcı eser bırakma isteğidir. Romanda Mikro planda Abutalip; Makro planda ise Astronotlar bu yönde çalışmış gözüküyor. Yine Mikro planda Abutalip’in çocukları; Makro planda ise tüm Kazak halkına bir mesaj gönderilmektedir. Cengiz Aytmatov , roman karakterlerini sahada çok koşturmuş, oldukça da terletmişe benziyor. Ancak totaliter rejimlerin gözü kördür; bildiğini okuduklarıyla kalmadığı gibi insanları, kendi bildiklerine inandırmalarını sağlarlar ki zaten böylesi rejimlerin varlığını sürdürebilmeleri de buna bağlıdır. Lakin romanda hem Abutalip’i bu çabasından zorba bir şekilde alıkoyacak, hem de kendinden ileri tür olan Uzaylılar’ın görüşme teklifini reddettikleri gibi kendi mevcut teknolojileriyle harp moduna geçeceklerdir. Eğer ki astronotların dünyaya geri gelmesi ve hatta Uzaylılar’ın Dünyalılar ile işbirliği yapması elbette ki işlerine gelmez. Hem Uzaylılar da hem de Astronotlar da dünya insanlarının kurtuluşunu sağlayacak bilgiler mevcuttur. Böylesi bir davet, elbette totaliter rejimin de sonu demektir. Bu perspektiften bakıldığında;
Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov
‘un Uzaylılar, Astronotlar ve Totaliter rejimin bu olaylara hangi perspektiften baktığını anlatışıyla yine bir perspektifsel edebi zekâsının ürünü olarak görmekteyiz. Devam edelim . . .
Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov
‘un romandaki diğer bir perspektifi ise yokluk çeken basit ama mutlu insanların yanıbaşına uzay üssünü kurması ve dünyadan uzaya roket fırlatıp önce uzaya sonra ışık yılı mesafede başka bir gezegene uzaylıların yanına gitmesi ve taa oralardan yukarıdan aşağıya doğru dünyaya ve dünyalılara bakması nasıl bir perspektif dehası olduğunu gösteriyor demiştik ancak böylesi bir durumda uzaya çıkan yeryüzü insanlığının yine aynı yeryüzündeki sefaletin dibinde yaşayan aynı insanlık olması da başka bir perspektif olarak karşımıza çıkıyor. Günümüzde de çok farklı olmasa gerek; Hiper Enflasyon altında ezilen akşam eve ne yiyecek götüreceğini kara kara düşünen bir anne-baba için ha uzaya roket göndermişsin ha Ay’a astronot indirmişsin çok da umrunda mı? diye ister istemez insanın aklına bir soru düşürüveriyor, Cengiz Aytmatov. Yani, iş dönüp dolaşıp
Abraham Maslow
Abraham Maslow
‘un ihtiyaçlar hiyerarşisine geliyor. Sona yaklaşmadan önce beni romanda çok etkileyen iki husustan bahsetmeden geçemeyeceğim: BABASIZ BÜYÜYEN ÇOCUKLAR:
Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov
, babasız büyümek zorunda kalan çocuklar ile ilgili kısımda otobiyografik öğeler ağırlığını hissettiriyor. İkinci Dünya Savaşı’nı yaşayan nesil, çok talihsiz bir nesildir. Sanki hayat, akıp gitmekten Dünya dönüp durmaktan bunalmış da ''Artık düşün yakamdan insan türü!...'' der gibi insanları başından savmanın derdine düşmüştür. II. Dünya Savaşı'nın yokluk yıllarını babasız geçirmek zorunda kalan
Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov
, çocuk yaşından itibaren çalışmak zorunda kalır. Bir çocuk olarak hayatla çok erken bir yüzleşmenin getirdiği bu erken olgunlaşma safhasının meyvelerini ileride ününe ün katacak olan edebi satırlarıyla verecektir. Eserinde yine babasız kalan çocukların tasviri, kendinde baba-yarısı rolüne soyunan Yedigey’in halet-i ruhiyesinin bu yaşanmışlıklardan esinlenildiği çok net gözüküyor. Çocuklarına yazılı bir mütevazı eser bırakmanın derdindeyken ‘’Karşı Devrimci’’ ilan edilip sırf fikirlerini yazıya döktüğü için devlet tarafından alıkonulan, çocuklarından koparılıp meçhule götürülen bir babanın dramı ve o meçhule götürülen babayı tren garında çocuksu bir umutla bekleyen ancak babalarının o trenden inmediğini, o trenin gittiğini görünce yüzlerinde aldıkları o buruk ifade ne de güzel tasvir edilmiştir Aytmatov'un satırlarında . . . Çocuklar, babalarını niçin bu kadar sever dedirten ve hayatın yakasına hiddetle yapışıp neden?, niçin? diye itip çekiştiren sorular sordurtan satırlara tanıklık ediyoruz. Babalarının bir sonraki trenle mutlaka geleceğini, o masum çocukların gözlerinin içine baka baka yalan söylemek zorunda kalan bir insan için bu durum yeterince trajik değil midir . . . Büyükler ne yaşarsa yaşasın bir şekilde olan hep çocuklara olmuyor mu? . . . Zaten koskocaman uçsuz bucaksız bozkırda hepi topu 8 tanecik ev hanesinde yaşayan bir avuç insana bu kadar zulüm etmenin ne gereği vardır . . . İnsan ruhuna bu kadar yüklenilmez ki . . . YEDİGEY’İN YALNIZLIĞI: O küçücük dünyalarında bile yalnızlık çeker, Yedigey. Kişi, yükünü önünde sonunda bulur der ya hani,
Albert Camus
Albert Camus
. Yedigey de yükünü bulmuştur hem de sonunda ya da ortasında değil ta en başında . . . Derdi hiç bitmez. Kader, salya-sümük yılışık bir dilenci çocuk gibi ona sırnaşır durur. Hayatın uğraşmayıp başından savdığı bir hali var gibidir ki bu bana biraz
Fernando Pessoa
Fernando Pessoa
‘dan okuduğum
Huzursuzluğun Kitabı
Huzursuzluğun Kitabı
adlı eserindeki o cümleyi hatırlattı: "Hayattan çok az şey istedim - ama o, o kadarını bile esirgedi benden. Azıcık güneş, kırlar, bir lokma ekmek, bir lokma huzur, canımı fazla yakmayacak bir yaşama bilincim olsun ve bir de ne kimseye muhtaç olayım ne âlem bana muhtaç olsun. Bu kadarı bile esirgendi benden, hani yüreğimizin katılığından değil de, paltomuzun düğmelerini açmaya üşendiğimiz için dilenciyi başımızdan savarız ya, işte o şekilde." #197142334 Yedigey, romanın lokomotifi olan karakterdir, hem de romandaki en ağır yükü taşıyandır.
Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov
, Yedigey üzerinden aslında birçok hikâyeye ve duyguya kapı açmaktadır. Ahde vefası, iyilik dolu kalbi, yardımseverliği , merhameti, fedakarlığı, sevgi ve aşkı ile romanın ense kökünden yakalayıp bitimine kadar çeke çeke sürükler. Bunu yaparken de efsanelerin, mitolojilerin, menkıbelerin anlatıların gücünden faydalanır. Romanın bir yerinde film karesi gibi sanki karlı rüzgarlı bir hava eserek bir anda atmosfer değişir ve başka bir boyuta – efsaneler, menkıbeler, mitolojiler boyutuna - geçer. Nayman Ana destanıyla savaşların kötülüğünü, kendi toplumunun uğradığı zulmü ve mankurtlaşarak özünden, kültüründen, hafızasından koparılmayı anlatırken, Raymalı Ağa Destanı ile kendisinden yaşça küçük bir kıza aşık olan ve her ne olursa olsun öldürülen aşkın yeniden dirilmesi ve alevlendirilmesiyle sonsuza kadar sürecek bir aşkın destansı öyküsüdür. Çocuk temasının çok dokunaklı ve nahiflikle işlendiği o cümlelerin sahibidir, Yedigey karakteri. Çocuklara tutunan bir adam portresi olarak karşımıza çıkıyor. Çocukları kendi içinde huzur bulduğu sığınılacak bir liman olarak görür. Onların mutluluğuyla yüzü güler, onların gözyaşını gördüğünde o da ağlar. En ufak bir olayda çocuklar nasıl etkilenecek diye kendini yiyip bitirir. Eğer bir çocuğun kalbi kırılırsa, bir çocuk dünyaya küserse o dünyada nasıl yaşanılabilir diye içten içe korkan bir hali de var gibidir ki bence çok da haksız değildir. Sadece çocuklar değildir hassas noktası elbette. Sevdiğine asla kızamaz. Kendisini suçlar, kendini kusurlu bulur hep. Sevdiği kadın acı çekeceğine ben acı çekeyim böylesi daha huzurlu gelir, bu tertemiz yürekli adama. Sadece sevdiği kadının onun için ördüğü bir atkıyı nasıl da koynunda özü gibi saklar durur . . Sevdiğinden gelen bir küçük atkı bile ona dünyaları verir, kim bilir o sevdiği bir de elini tutsa, ona bir güzel söz söylese ve hatta sıcak nefesini yüzünde hissetse kim bilir mutluluktan ne yapacağını şaşırdı, bu pırıl pırıl adam . Ancak Yedigey, yalnızdır. Romandaki dalgın, düşünceli hali sürüp gider, hep aklındaki o soru kafasını kurcalar durur: Ne olacak bu işin sonu? . . . Tam bir çıkmazda görür kendini, insanın yaşamak için bir amacı olmalıydı ancak Onun ne bir amacı ne bu uğurda gidebileceği bir yolu vardır. Böylesi pırıl pırıl karakterli bir insan, sevdiğine kavuşsa hayattan çok mu şey istemiş olurdu? Belki de en başta söylediğim cümledeki gibidir kaderi: ‘’Kişi, kendi yükünü bulur.’’. Yalnızlık, başlı başına bir yük değil midir insana? Onun yükü de Sarı-Özek Bozkırı’nın en dipsiz kuyularındaki türden bir kör yalnızlıktır belki de. Kim bilir . . . Aşkın ve insani değerlerin en yüce duygularla tasvir edildiği pırıl pırıl bir insan olan Yedigey karakterini çok sevdim doğrusu. Son bölümü Cengiz Aytmatov’a ayırdım. Cengiz Aytmatov’ un Anısına Saygıyla . . .
Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov
babasının savaşta katledilmesinden dolayı yetim büyümesiyle başlar hayatı ve II.Dünya Savaşı’nın yokluğunu sıkıntılarını her şeyiyle yaşayan yazarımız, bunları da hemen hemen her kitabında işlemiştir. İşte, benim de dikkatinizi çekmek istediğim nokta, tam da buydu. Basit gibi görünüyor ama beni etkileyen bir durum; düşünür müsünüz ki acaba? ; hayatınız sıkıntılarla geçiyor, yetim büyüyorsunuz, savaş var, hastalık var, yokluk var; tarlada, dağda, bayırda çalışıyorsunuz, sevdiklerinizi ölüme gönderiyorsunuz. Düşünün, hayatınızda savaş var. Neticesinde siz bir yazarsınız ve roman yazıyorsunuz. Gördüklerinizden, çektiklerinizden, yaşadıklarınızdan başka neleri bu kadar iyi yazabilirsiniz? Ya da sizden hiç yaşamadığınız bilmediğiniz bir hayatı yazmanızı isteseler ne kadar başarılı olabilirsiniz? Her yazar içinde yetiştiği coğrafyanın, kültürün ve toplumun bir çocuğudur. Eserleri ister kurgu olsun, ister gerçeğe yaslansın o toplumun sesini, soluğunu ve rengini taşır. Bunu doğudan batıya dünyaca meşhur tüm yazarların eserlerinde görmek mümkün. Onları özel kılan en önemli şey ise her ne kadar kendi tarih, kültür ve değerlerinin bir tercümanı olsalar da yazdıklarıyla “yerelden” kanatlanıp “genele (dünyaya)” mal olmayı başarmalarıdır.
Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov
, şanslıdır, çünkü hayattayken kadri kıymeti bilinmiş bir yazardır. Hem halkı hem de devleti kendisine sahip çıkmıştır. Hatta devlet, kendisinin entelektüel donanımından faydalanılıp kendisi Kırgızistan Büyükelçiliği'ne atamış daha da ötesi bir dönem S.S.C.B dağılmadan önce Gorbaçov’un as danışmanlarından biri olmuştur. Bununla da kalmamış sınırılarının da ötesine geçmiş; Avrupa Birligi, NATO, UNESCO ve Benelüks ülkelerinde görev yapmıştır.
Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov
kadar şanslı olmayan, yani kadri kıymeti bilinmeyen yazarların sayısı çok fazla olduğundan bu küçük detayı atlamak istemedim. Bir ülke olarak dünya çapında büyük bir yazara sahip olmak o ülkenin en büyük güçlerinden biridir. O büyük yazarın kaleminin yazdığı satırlarda o ülkenin insanları ve o ülkenin devleti de şahlanır. Dışardan daha bilinir daha anlaşılır ve daha sevgi/saygı beslenen bir ülke haline gelir. Bir bakarsın ki birçok şeyin yapamadığını ‘’Edebiyat’’ yapıvermiştir. İlk eseri
Beyaz Gemi
Beyaz Gemi
'u okuduğumda Cengiz Aytmatov’u tam olarak anlayamamıştım.
Gün Olur Asra Bedel
Gün Olur Asra Bedel
,
Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov
‘un tarzını kafamda tam olarak oturtmamı sağladı, eserini iliklerime kadar hissettim ve anladım. Romandaki insanların her biri bu kadar mı iyi olabilir dedirtti bana. Basit ama hep iyi insanlar olarak kalacaklar bende. Okur, Sarı Özek Bozkırı’nın ıssızlığında yaşam mücadelesi veren insanların içini ısıtan hikâyelerini okurken insanın ne kadar erdemli ve önemli bir varlık olduğu kanısına varırken diğer yandan Uzay hikâyelerine geçildiğinde, aslında aynı insanın ne kadar aciz ve küçük bir mahluk olduğu hakkında da çelişkiye düşebiliyor. Tezat öğeleri, yazar tam da buralarda çok iyi kullanmış.
Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov
, insan türünü makineleştirmek isteyen sistemin çökmeye mahkum olduğunu bu romanda göstermiş. Uzayda keşfedilen bir uygarlığın insanlarla iletişim kurma çabalarının diğer yöndeki yansımalarını gösterirken Dünya İnsanları'nı aynada kendileriyle yüzleşmeye davet etmiş adeta. Yukarıdan bakılınca insanların uğraştıkları şeylerin ne kadar da boş olduğu gözüküyor. İnsanlık aslında bu haliyle kendi ayağına kurşun sıkıyormuş gibi bir görüntü vermiyor mu? . . . Eserde çok düşündürücü olan diğer bir kısım ise, Sarı-Özek Bozkırı gibi uçsuz bucaksız uzanan topraklarda bir ölüsünü bile gömecek toprak bulamamaları çok dramatikti. Sarı-Özek gibi devasa hacimli toprağa sahip bir alanda bir avuç insanın birbiriyle çekişmesi, uyuşmazlığı olacak şey değil! dedirtti bana okurken. Kafkaesk etkilerin sıkça gözlemlendiği romanda özellikle “Niçin sonu gelmiyordu bu bıktırıcı havanın?” sorusu çok manidardır. Her ne kadar sürekli buhranlı bir atmosferde roman örgüsü ilerlese de bu roman umutsuz bir çırpınış değil, tutsaklığa, baskılara ve sürgünlere karşı umudu hep diri tutan bir meydan okuyuştur. Tüm kurgu, tek bir günde Ana-Beyit Mezarlığı’na giderken olaylar hafızasından nakil yoluyla aktarılıyor. Böylesi bir roman örgüsünde Yedigey, öğlen vakti emektar arkadaşı Kazangap’ın cenazesini mezara götürürken kendisinin de milletin geçmişini acı ve tatlı düşündürücü yanlarıyla gözler önüne serdiği, ‘’O Bir Gün’’, hem onun için hem de benim ‘’Asra Bedel bir Gün’’ oldu. Finali
Stefan Zweig
Stefan Zweig
ile bitirmek istedim.
Stefan Zweig
Stefan Zweig
‘ın
Desiderius Erasmus
Desiderius Erasmus
‘un biyografisini anlattığı
Rotterdamlı Erasmus
Rotterdamlı Erasmus
adlı kitabında okuduklarımdan sonra edindiğim çıkarımlar,
Gün Olur Asra Bedel
Gün Olur Asra Bedel
‘de okuduklarımla oldukça örtüşüyor. Erasmus ve Erasmus gibi düşünenler, asla enseyi karartmazlar; ‘’Bütün tutkuların kaderi, günün birinde gevşemektir; her türlü bağnazlığın varabileceği nokta, günün birinde kendi başını yemektir. Akıl ise beklemesini ve direnmesini bilir. Kimi zaman çevresindekiler, sarhoşluk içerisinde tozuttuklarında susmak zorunda kalır. Ama sesini duyuracağı günün de geleceğini bilir; çünkü hep gelmiştir.’’ İnsanoğlunun bir anda kendi çabalarının gerisinde kaldığı ve sonra yine kendisine yetişebilmek için bütün gücünü harcama zorunluğu duyduğu o tipik anlardan biri yaşanmaktadır. Günümüzde de olduğu gibi… Kaba güç kullanma içgüdüsü, bir düşüncenin hizmetine girdiği ya da o düşünce, bu vahşi ilkel içgüdüden yararlandığı zaman ortaya çıkar. İşte bu tehlikeli içgüdü, dünyadaki kaosun taze ve diri olarak sürmesine sebep olmaktadır. Dünyadaki kargaşaların, savaşların, kanlı devrimlerin hatta fakir insanların bu kaotik ortamda daha da fakirleşip ölüp gitmesine maalesef bu sebep olmaktadır.
Stefan Zweig
Stefan Zweig
eserinde, ‘’İnsanların toplumunu dost ve düşman, yandaş ve hasım, kahramanlar ve caniler, inananlar ve dine karşı gelenler diye bölen şey, düşüncenin ve zorbalığın birleşmesinden doğma bir piç olan bağnazlıktır.’’ der.
Stefan Zweig
Stefan Zweig
‘ın ve onun ''Ustam'' diye atfettiği
Desiderius Erasmus
Desiderius Erasmus
‘un mücadele ettiği şey; uzlaşmak, barışmak yerine sürekli kaba güç kullanma içgüdüsüyle hareket eden ilkel karakterli majör topluluklardır.
Stefan Zweig
Stefan Zweig
, bu tür majör toplulukların tavırlarını ‘’Piç Bağnazlık’’ olarak nitelendirir.
Desiderius Erasmus
Desiderius Erasmus
‘a göre; insanın en büyük suçu, kitlelerin zorbalığa her zaman hazır olan iradelerine gerekli bahaneyi sağlamaktır; çünkü düşünen insan böyle yapmakla, kendisinin başlangıçtaki düşüncelerini vahşice çiğneyip geçecek ve en temiz amaçlarını yıkacak olan güçleri harekete geçirmiş olacaktır. Tek bir kişi, kitleyi coşkuya sürükleyebilir, ama bir kez zincirlerinden boşalmış olan coşkuyu geri döndürmeyi hemen hiçbir zaman başaramamıştır. ZWEIG’IN İNTİHARINDAN GERİYE KALANLAR: Zweig, son mektubunu 20 yıla yakın bir süre evli kaldığı eski eşi Frederike’ye yazar ve ilk eşine şunları söyler: “Hayata kendi dileğimizle başlamıyoruz, oysa ölümü seçmekte özgürüz. Bu kararı aldığımdan beri ne denli rahatladım, bilemezsin.” Geride bir mektup bırakır, her ne kadar kendi intiharı seçmiş olsa da yine de mektubun son cümlelerinde cılız da olsa bir umudun ışığı parlamaktadır: “Bütün dostlarımı selamlarım! Umarım, uzun gecenin ardından gelecek olan sabahın ışığını görebilirler! Ben, çok sabırsız olan ben, onların önünden gidiyorum.” Bir yanda intiharı seçmiş bir yazar, diğer yanda yazdığı hayata dair umut dolu mektubu… Karşıtlıkların içinde vuku bulan bir son… “Artık güneşin doğmasını bekleyecek gücüm kalmadı ama siz yeni doğacak güneşi mutlaka bekleyiniz." - Stefan Zweig… Bu büyük adamdan geriye aklımda kalan işte o büyük sorular da bunlardır . . . KENDİ KENDİME SORDUĞUM ''ZWEIGVARİ'' O SORULAR: 1-) İnsanlık, bilim-teknikteki gelişmeleri sonucu öncesinde hayal bile edilemeyen yerlere bu kadar yaklaştığı halde neden eskisinden çok daha mutlu ve keyifli değildir? 2-) Toplum, bunca medeni zaferi karşısında kendini neden daha fazla bolluk ve özgürlük içinde, bütün yüklerinden arınmış hissedemiyor? 3-) Türlü dayatma ve korkular ile hayvani haz arasında afallamış biçimde gidip gelen, türlü yasaklamaların kısıtlamaların baskısıyla sürekli ezilen insanlık, kendini bu medeniyet ikileminden çıkaracak yolu bulabilecek midir? . . . VE O BÜYÜK SORU: İNSANLIK, BİR GÜN RUHUNUN BU İKİ ARADA BİR DEREDE KALMIŞ HALİNİN ÜSTESİNDEN GELMEYİ BAŞARABİLECEK MİDİR? . . .
Gün Olur Asra Bedel
Gün Olur Asra Bedel
Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov
* * * *
Stefan Zweig
Stefan Zweig
‘ın ‘’Ustam’’ diye hitabettiği Hümanizm'in kurucusu
Rotterdamlı Erasmus
Rotterdamlı Erasmus
biyografik eseri ve
Laurent Seksik
Laurent Seksik
’in
Stefan Zweig'ın Son Günleri
Stefan Zweig'ın Son Günleri
adlı eserleri hakkında yazdığım inceleme yazılarıma buradan ulaşabilirsiniz: #171891822 #164528033
Gün Olur Asra Bedel
Gün Olur Asra BedelCengiz Aytmatov · Ötüken Neşriyat · 202145,4bin okunma
·
528 görüntüleme
Özge Ö. okurunun profil resmi
Çok incelikli yazılmış bir yazı, eksik bir yer kalmadığı gibi başka eserlerle de zenginleştirilmiş. Elinize sağlık
Engin Mavi
Engin Mavi
👏🏻👏🏻
Engin Mavi okurunun profil resmi
Çok teşekkür ederim
Özge Ö.
Özge Ö.
🙏🏻 Beğenmene çok sevindim. Senin gibi kaliteli bir okurdan bunları duymak gerçekten de motive edici. 🙏🏻
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.