Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Venedik elçisi Antonio Giustiniani, Yavuz Sultan Selim'in huzuruna girer. Yeri öpüp itimatnamesini sunar, görüşmesini tamamlar. Ülkesine döndüğünde herkes, adeta bir ütopya medeniyetinin sultanı gibi gördüğü, hayalinde canlandırmaya çalıştığı Cihan Padişahı Sultan Selim Han'ın nasıl birisi olduğunu sorar; "Göremedim", der Giustiniani... Merak ederler; "Odasına girdiğin, yanına kadar gittiğin halde nasıl göremedin?" Giustiniani şu müthiş itirafta bulunmak zorunda kalır; "Sultanın kılıcı öyle parlıyordu ki, yüzüne bakamadım." Venedik elçisinin kendisiyle ilgili bu sözlerini duyan halmetli hünkar; "Paşalarım", der; "Odmanlı'nın kılıcı parladığı sürece düşmanların başı daima öne eğik kalır. Amma Allah korusun, bu kılıç bir kınına girerde paslanmaya başlarsa, o zaman işte bu kafalar yavaş yavaş dikilir ve bize bir gün yukardan bakar."
Kanuni, bir sandığın kendisiyle beraber gömülmesini vasiyet etmişti. Talep islama göre caiz miydi, değil miydi? Bu mesele konuşulurken, gömülmesi istenen sandık ortadaydı. Bir ara onu taşıyan şahıs elinden düşürdü. Yere düşen sandığın kapağı açıldı ve içindekiler dışarı saçılıverdi. Bir de baktılar ki, Kanuni hükümdarlığı boyunca şeyhülislamdan aldığı fetvaların hepsini sandığa doldurmuş. Mesele anlaşılmıştı. Muhteşem Süleyman, o fetvaları yanında belge olarak bulundurmak ve 'Ya Rabbi, ben be yaptımsa verilen fetvalarla yaptım' demek istiyordu. Bunu gören Şeyhülislam; "Ey Sultan Süleyman, sen bizim verdiğimiz fetvalarla kendini kurtardın. Acaba biz kendimizi nasıl kurtaracağız?" diye gözyaşlarına boğuldu.
Reklam
Büyük bir veli olan Muhiddin-i Arabi Hazretleri o zamanın insanlarına; "Sizin taptıklarınız benim ayaklarımın altındadır" dediği için zamanın alimleri idamına hükmetmişler ve idam edilmişti. Muhiddin-i Arabi Hazretleri'nin vefat etmeden söylediği başka bir söz vardı; "Sin Şın'a girdiği zaman Muhiddin'in kabri meydana çıkar." Bu söz alimlerce şöyle çözülmüştü; Sin ile kastedilen, Sultan Selim yani Yavuz'dur. Sin ile kastedilen ise Şam şehridir. Sultan Selim Şam'a girince Muhiddin-i Arabi Hazretlerinin kabri bulunacaktır. Aynen denildiği gibi olmuş ve mübarek zatın kabrini Yavuz Sultan Selim ölümünden 300 yıl sonra bulup yaptırmıştır. Vefatına sebep olan söz üzerinde de durdu. Bu sözü nerede söylediği araştırıldı. Hangi mekanda o sözü söylediği de tespit ettirilip kazıldığında, oradan bir küp altın çıktı. Muhiddin-i Arabi Hazretleri o sözle hem 'Siz maddeye tapıyorsunuz' demek istemiş ve hem de orada bir küp altın bulunduğunu ve yerini haber vermek istemişti. Muhiddin-i Arabi Hazretleri 1240'da Şam'da vefat etmiş ve Kasyon Dağı'na defnedilmiştir.
"İsmail Bahadır. Sen, benim sinirim ve yurdum üzerinde görünmekle bana meydan okudun. İşte ben geldim ve haftalarca yürümekte olduğum halde, ne senden ve ne de askerlerinden bir eser yok. Ölü müsün yoksa sağ mısın bilemem. Sen hileden başka bir şey bilmez misin? Eğer korkuyorsan bir doktor bul, seni tedavi etsin. Fakat seni korkutmamak için, en iyi askerinden 40.000'ini Kayseri civarında bıraktım. Zannederim ki düşman hakkında bundan daha iyi lütufkarlık gösterilemez. Lakin kendini gizlemekte devam edecek olursan erkek sayılmazsın. Nasihatimi dinle, miğfer yerine kadın örtüsü kullan ve hüküm sürmek isteğinden de vazgeç." Yavuz Sultan Selim, bundan sonra Şah İsmail'e mektupla beraber bir kadın donu ile bir çarşaf gönderdi.
Sultan II.Abdulhamid Han'ın başkâtibi Esad Bey anlatıyor: "Bir gece yarısı, çok mühim bir evrakın imzası için Sultan'ın kapısını çaldım. Fakat açılmadı. Bir müddet bekledikten sonra tekrar çaldım, yine açılmadı. Acaba Sultan'a bir Emr-i Hak mı vaki oldu diye endişelendim. Biraz sonra tekrar çaldım, açıldı. Sultan, elinde havlu ile yüzünü kuruluyordu. Tebessüm ederek, 'Evlad, bu vakitte çok mühim bir iş için geldiğinizi anladım. Daha kapıyı ilk vuruşunuzda uyandım. Abdest aldım. Onun için geciktim. Kusura bakma. Ben bu kadar zamandır bu milletin hiç bir evrakını abdestsiz imza atmadım. Getir imzalayalım' dedi. Besmele çekerek evrakı imzaladı.
'Şamaroğlanı' Osmanlı'da şehzadeye ders veren öğretmenin ders sırasında öğrencisine kızdığı vakit, ders verdiği ve hata yapan şehzade yerine dayak atılan kişiye verilen genel bir isimdir.
Reklam
Böyle bir çölden geçerken bir müddet sonra Yavuz, atından inerek yürümeyr başladı. Askerler hayret ve dehşet içindeydi. Atların bile kanının kaynadığı, zor yüründüğü bu çölde, 'Sultan niye atından inip yürüyor' diye fısıltılar başladı. Bu degşet içinde askerler de aylarından inip yürümeye başladılar. Askeri Paşalar, Yavuz'un can dostu olan, veziri ve yardımcısı Hasan Can'a; "Ne olur Hünkar'a sorun, acep bu ne iştir?" dediler. Hadan Can bu halin neyin nesi olduğunu Padişah Yavuz Sultan Selim Han'a sorunca, Yavuz gür sesiyle; "Hasan, Hasan görmüyor musun? Önümüzde Allah'ın Resulü, Fahri Kâinat Efendimiz yürüyor. Bize yol gösteriyor, rehber oluyor, tercüman oluyor. O yaya yürürken, biz nasıl at üzerinde olabiliriz?" dedi.
Hüseyin Paşa son derece kuvvetliydi. Rivayete göre İstanbul'a gelen İran elçisi memleketinden getirdiği bir yayı Sultan Dördüncü Murâd'a takdim etmişti. Kurulu bir vaziyette bulunan yayın özelliği, boşaltıp yeniden kurmanın son derece zor olmasıydı. Nitekim sarayda düzenlenen bir müsabakada hiçbir şahıs bu yayı boşaltamamış ve padişah yayın Ağa Kapısına asılmasını ve bu işi yapacak olan şahdın kendisine bildirilmesini istemişti. Bu arada Ağa dairesinde hizmet etmekte olan Hüseyin Paşa yayı kurup boşaltmış ve durum Sultan Murad'a bildirilmişti. Hüseyin Paşa, daga sonra aynı hareketi Sultan'ın ve İran elçisinin huzurunda birkaç defa tekrarlayınca, Sultan pek beğendiği bu genci bir daha yanından ayırmdı.
'Köylü milletin efendisidir' vecizesi aslında Kanuni Sultan Süleyman'a aittir. Bir gün mahremleriyle görüşürken onlara "Velinimet-i alem kimdir?" diye sormuştur. Onlar da "Padişah efendimizdir" diye cevap verince Kanuni, " Hayır, dünyanın efendisi reayadır ki, ziraat ve herâset emrinde huzur ve rahatı terk ile iktisab ettikleri nimetle bizleri it'âm ederler" demiştir.
Şeyh Edebâlî, Osman Bey'in Rüyasına Girince Neler Oldu?
Osman Bey, dergahta yatarken rüyasında Şeyh Edebali hazretlerinin göğsünden bir ayın çıkıp kendi göğsüne girdiğini ve göğsünden bir büyük ağaç bitip dallarının alemi kapladığını, altından birçok nehirlerin çıkıp insanların bu sulardan istifade ettiğini görmüştü. Sabah olup rüyayı anlatınca, Edebali hazretleri, bu güzel rüyayı şöyle tabir etti: "Sen, Ertuğrul Gazi oğlu Osman, babandan sonra bey olacaksın. Kızım Mal Hatun'la evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nur budur. Sizin asil ve temiz soyunuzdan nice padişahlar gelecek, onlar nice devletleri bir çatı altında yollayacaklar. Allahu Teâlâ nice insanın huzur ve saadete kavuşmasına, İslam dini ile şereflenmesine senin soyunu vesile edecektir."
Reklam
“Hayır. Sizden buna inanmanızı bekleyemem. Bir yalan olarak kabul edin -ya da bir kehanet. Atölyede rüya gördüğümü varsayın. Soyumuzun başına gelecekler üstüne tahminler yürüttüğümü, sonunda da bu hikayeyi uydurduğumu düşünün. Hikayemin doğruluğunu savunayım derken, daha ilginç kılmak için ona biraz yaratıcılık kattığımı düşünün isterseniz. Hepsi tamam, ama anlattıklarımı bir hikaye olarak nasıl buldunuz?”
Sayfa 95 - İş Bankası Kültür YayınlarıKitabı okudu
Sait Faik’in Türk hikâye edebiyatının tarihsel gelişme çizgisi içinde ilginç bir konumu var: bu konum, Sait Faik düşüncesinin ‘sorunsal’ (problematik) oluşundan ileri geliyor. Sait Faik’in hikâyelerinde ‘sorunsal’lık, onun düşünce sitemini belirleyen temel karakteristik düşünce olarak ortaya çıkmakta. Bu ‘sorunsal’lığı, şöyle belirleyebiliriz: Sait Faik ne bütünüyle burjuvaziden yanaydı, ne de bütünüyle burjuva düşüncesini aşmış bir yazardı. Bu yüzden, burjuva düşüncesini aşma ile aşamamanın sınırında duran ‘sorunsal’ bir bilinç durumunun, üzeri açık ya da kapalı tavır bildirilerini getirir Sait Faik’in hikâyeleri. Şöyle de diyebiliriz: Sait Faik bireysel ve toplumsal çatışmaların belirli bir dünya görüşüne bağlanarak çözümlenebileceği gerçeğinin dışında kalmış bir yazar.”
Sayfa 39 - BilgiKitabı okudu
Duyuları olan ama duyguları olmayan bir adam, kimseye dokunamıyor, aşk ve nefret duyamıyor, egosu yok ve hayvanlarla konuştuğuna inanıyor. Bu hikaye, cinayetten daha ilginç bir hale geldi.
18. Arab-ı Baide-Belkıs Olayı Kur'an'daki kıssaların önemli bir kısmı tarih kaynaklarında "Arab-ı Baide" diye adlandırılan ve çok uzak geçmişte yaşayıp zaman içerisinde yok olan Ad, Semud gibi kadim Arap topluluklarıyla alakalıdır. Tasın, Cedis, Ümeym, Amalika, Casim, Cürhüm-i Üla, Abdü Dahm, Amalika, Hadura gibi çeşitli kolları
Edebiyatımızda Dergiler “Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana ülkemizde çıkmış sanat edebiyat dergilerinin sayısı 300'ü bulmakta. Ancak bunların arasında gerçek anlamda dergi niteliğini taşıyanların, küçük bir çevre için de olsa, belli bir etkinlik düzeyi tutturmuş olanların sayısının 100-150 dolaylarında olduğu söylenebilir. Kimisi Varlık gibi
Sayfa 68 - YKYKitabı okudu
559 öğeden 526 ile 540 arasındakiler gösteriliyor.