Üçüncü Hüccet:
İşte bir numune olarak Tevrat,
İncil,
Zebur'un Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'a ait âyetlerinin birkaç numunesini göstereceğiz:
Birincisi:
Zebur'da şöyle bir âyet var:
اَللّٰهُمَّ ابْعَثْ لَنَا مُق۪يمَ السُّنَّةِ بَعْدَ الْفَتْرَةِ "Mukîmü's-Sünne" ise,
ism-i Ahmedîdir.
İncil'in âyeti:
قَالَ الْمَس۪يحُ
Bize Muhammed İbn Merzuk'un , Huzeyfe ibn el-Yemam (radıyallahu anh) dan rivayetine göre; Allah Rasulü (sallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: Sizin için en çok endişe ettiğim kişi; Kur'anı okuyan Kur'an'ın güzelliği üzerinde görünen ve islam'ın yardımcısı olan fakat Allah 'ın diledigi zaman bundan uzaklaşan ve onu arkasına atan, komşusunun üzerine kılıçla yürüyüp / saldırıp onu şirk ile itham eden kişidir.
Ben: Ey Allah'ın Peygamberi , bu ikisinden hangisi şirke daha layıktır; saldıran mı yoksa saldırılanmı (şirkle itham edilen)? diye sordum.
Rasulullah (sallahu aleyhi ve sellem) Bilakis saldıran (şirkle itham eden) buyurdu. ( ibn Kesir Araf suresinin tefsirinde naklediyor. Ve hadis Ceyyid tir diyor.)
Hadisin zahiri ortada başka zaman hadisin zahirine uymalı diyenler şimdi bu apaçık olan bu ifadeyi görmezden geliyorlar.
Muhammed (sas) sık sık, "adaletle hükmeden bir devlet başkanının, çok sayıdaki zahit ve din adamından daha üstün olduğunu" söylerdi. Yine o, "bir tek âlimin, Şeytan'a karşı mücadelede bin zahitten daha sağlam ve çetin olduğunu" söylerdi.
Sonuç olarak İslam düşünce geleneğinde üç insan tanımı geliştirilmiştir. Birincisi, felsefe geleneğinin kadim insan tasavvurunu özetleyen “düşünen canlı” tanımıdır. Filozoflar kadîm dünyadan tevarüs ettikleri bu tanım bilhassa peygamberlik düşüncesini eklemiş ve Yeni-Eflatunculuğun teellühünü Hz. Peygamber’i (s) dikkate alarak yeniden yorumlamıştır. Özellikle İbn Sinâ ile birlikte peygamberlik insanî yetkinliğin zirvesi olarak konumlandırılmıştır.
Bu tanımın insan yetkinliğinin zirvesi bakımından temel kavramı teellüh, rabbânîlik veya ayrık akıl kavramıdır. Bu anlayışa göre insanî yetkinliğin nihayeti, Faal Akıl’ın mertebesine ortak olmaktır. İkinci tanım, erken dönem Mu'tezile kelâmcılarınca geliştirilen ve kelâm geleneğine mal olan “diri, kâdir, bilen ve iraden eden cevher” tanımıdır.
Kelâm geleneği bu tanımı belirli bir teorik fiziğe dayandırmamış ve varlık tarzı bakımından pek çok yoruma elverişli bir tanım olarak vazetmiştir. Bu tanımın temel kavramı ise insanın teklife konu olması bakımından “ilâhî rıza” veya “kulluk" kavramıdır. Her iki kavramın en yetkin tahakkukunu Hz. Peygamber (s) temsil eder. Fakat kelâm geleneği açısından bu zirve, mertebesine ortak olunacak değil, kendisine ittiba edilip birlikte olunabilecek zirvedir.
Tasavvuf geleneğinin insan tanımı ise “ilâhî isimlerin mecmuu olmakla birlikte belirli bir ismin baskın tecellisi olan mevcut” olarak ifade edilebilir. Bu tanımın ait olduğu düşünce aslında bütünüyle insan üzerine bir tefekkür olduğundan oldukça ayrıntılı bir Tanrı-âlem ilişkisi tahlilini yansıtan bir insan tasavvuru sunar.(Ömer Türker)
Allah’tan başkasını seven ve bu sevgisi de Allah için olmayanların sevgileri, kendi kusurlarından ve Allah hakkındaki bilgilerinin eksikliğinden dolayıdır. Meselâ, Hz. Peygamber’i sevmek övülmüştür.Zira Hz. Peygamber’i sevmek Allah’ı sevmek manasında gelmektedir. Alimleri ve takva sahibi kimseleri sevmek de aynı şekilde Allah'ı sevmek manasına gelmektedir. Çünkü sevilenin sevdiği de sevilir. Basiret sahibi kimseler için gerçekte sevilen sadece Allah’tır. Çünkü sevginin meydana gelmesi hususunda mezkur beş sebep, tam ve bütün olarak yalnızca Allah’ta bulunur.
Sevginin beş sebebinin Allah'ta bulunması hakikat; O’nun dışındaki varlıklarda bulunması ise vehim ve hayaldir. Onların hakikat ile herhangi bir ilişkisi söz konusu değildir. Çünkü varlıklar içinde bizatihi var olan sadece Allah’tır. Diğer her şey O’nun kudret ve iradesiyle var olmuştur.
Çocukları küçükken kollamak metotlu bir şekilde yetiştirmek gerekir.Zira çocuk cevher olarak yapısı iyi ve kötüye kabiliyetli olarak yaratılmıştır.Ona yön veren anne ve babasıdır.Anne ve babalar yavrularını ya iyiye sevk eder, ya da kötü yola.Her şeyin hakikatini en iyi bilen büyük terbiyeci, gönlümüzün padişahı, peygamberler peygamberi(a.s.)şöyle buyuyor:
"Her doğan çocuk İslam fıtratı üzerine doğar, sonra anne ve babası dilerse onu Yahudi ,Hristiyan,Mecuis yapar."
Biz, içinde bizzat Resulullah'dan bile şikayetler bulunan onlarca vak'a biliyoruz. Ceza yahut medeni hukukla ilgili bütün bu şikayet vak'alarında o, bizzat kendi aleyhine dahi hüküm verebilmiş ve şikayette bulunan kimseleri tam gönül hoşnutluğu içinde bırakmıştır. Bunlar Müslim olsun, Gayrımüslim olsun, farketmemiştir. Sırf formel yönden İslam hukukçuları (fukaha), "Devlet Başkanının bizzat kendisi ile ilgili bir vak'ada hakimlik edemeyeceğini" kabul etmektedirler. Her zaman icabında kendi aleyhine hüküm vermek itiyadında olan Resulullah'ın (belki de bu tutumu, kendisine has idari siyasetin mühim bir unsuru idi) bu gibi kararları için temyizen tetkik edilmek üzere bir diğer merci arama meselesi mevzubahis olamaz. Daha sonraki devirlerde, başşehrin hakimi, kendisi aleyhine yapılan şikayetlere cevap vermek üzere tamamen herhangi bir vatandaş gibi mahkeme huzuruna Halifeyi celbedebiliyordu. Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali1794 ve sonra Abd'ul Melik, Mansur1795 gibi bazı Emevi ve Abbasi Halifeleri e-Hakem'ubn Hişam'ibn Abd'ir-Rahman'id-Dahil gibi birçok Endülüs halifesi, tebasından herhangi birinin bazan da Gayrı müslim bir ferdin şikayeti üzerine hakim tarafından çağırıldıkları mahkeme huzuruna gelmişlerdir. Biz Türkiye' de Osmanlı Halifeleri devrinde veya Haydarabad'da Asafcahidler iktidarı zamanında buna benzer vak'alar müşahede etmekteyiz. Hukuki nazariyeler üzerinde çalısan Maverdi, el-Farra ve diğer müellifler yukarki meselede müttefiktirler.
1255. Resulullah'ın genç sahabileri arasında en aydın kişilerden biri olan Abdullah ibnAmr bize nakletmektedir ki bir gün Resulullah camiye girdiğinde burada iki ayrı insan kümesi gördü: Bir kısmı (nafile) namazı kılıyor, diğer bir kısmı da ders çalışmakla meşgul bulunuyordu. O şöyle bir ikazda bulundu:
"- Her iki küme de iyi bir şeyle meşguller; şu kadarı var ki Allah'tan bir şey talep edip dua edenlere o şeyi verip vermemek tamamen O'na ait bir şeydir. Halbuki diğer kümedekiler ilim toplayıp ediniyorlar ve böylece cehaleti savıp kovuyorlar; bana gelince, ben Allah tarafından bir mu'allim olarak gönderildim" O bunu söyleyerek ders çalışanların kümesine katılıp oturdu. Muhammed A.S.S. sık sık şu hadisi tekrarlamıştır:
"- Bir tek alim, Şeytana karşı(savaşta) bin zahitden daha çetindir."
"Ya Resulallah! Allah indinde Siyah ile beyazın, Arap ile Arap olmayanın, Efendi ile kölenin farkı var mıdır?"
İslâm Peygamberi gayet net cevapladı bu soruyu:
"Hayır, ya Bilal! Allah katında fazilet ölçüsü takvadır. Arab'ın Arap olmayana Arap olmayanın da Arab'a hiçbir üstünlüğü yoktur."