Kadın; insanın neşv ü nemâ bulacağı mukaddes aile müessesesinin, hanım ve anne tarafını üstlenecektir. Bu sebeple aklî / mantıkî olmaktan ziyade hissîdir. İslâmiyet, bu sebeple kadını; hayâ, iffet ve tesettür gibi hikmetlerle muhafaza eder. Onu aile mahfazası içinde korur.
Kadın-erkek eşitliği mevzu edildiğinde; batının, maskeli ve yaldızlı yüzünü değil, gerçek sûretini görmelidir. Evliliğe rağbetin azaldığı, birçok evliliğin boşanmayla neticelendiği, evlilik dışı münasebetlerin (zinânın) hoş görülüp çok yaygın hâle geldiği, nüfusun azaldığı, yaşlı annelerin ise yalnızlığa mahkûm edildiği, boş evlerde ölüp gittiği bir toplumda, kadının erkekler gibi kamyon şoförü, kasap vb. olabiliyor olmasında fazîlet mi aranmalıdır?
Kaldı ki, İslâm toplumu; mahremiyetleri gözeten şartlar hazırlandıktan sonra, kadının çalışmasına da, çeşitli sanat, ilim ve hizmetlerle meşgul olmasına da karşı değildir. Hazret-i Âişe Vâlidemiz’in 300 kadar talebesi olmuştur. Osmanlı’da kadınlar tarafından kurulan binlerce vakıf vardır.
Fakat selîm bir vicdan kabul eder ki, hanımların en asil mesleği anneliktir. Kudsî aile müessesesinin tâcı olmaktır. Muvaffak şahsiyetlerin arkasında mutlaka sâliha bir anne vardır. Çanakkale zaferini; cephede fedâ-yı cân edenler kadar, onları kınalayıp da cepheye gönderen annelere nisbet ederiz.