Ne demeli! Korku mu kimsesizlik mi sevgi mi acımak mı nedir sebebi?
Kadınların yüzlerinde derin bir üzüntü vardı ama nasıl söylemeli, şaşkınlık yoktu. Şaşkınlığın izi bile yoktu. Sanki o atölyenin kapısında çuvalları beklemek kadar olağan bir şey olmuştu
ve bir kadın kocası tarafından bıçaklanmıştı. Sanki oradaki
kadınların her biri vücutlarını açıp gösterseler, karınlarında,
kollarında, bacaklarında, kalçalarında derin bir bıçak izi görebilirdik.
...
Şermin hastanede bir buçuk ay filan kaldı, böbreğini aldılar. Yarım kaldı. Bizim orada böyle söylüyorlar. Yarım adam, yarım insan. Her şeyleri yarım aslında. Eksik kalmış ve bir türlü tamamlanamamışlar. Sadece ev eşyaları, yemeklik malzemeleri eksik olsa neyse ama bedenleri, ruhları, gelecekleri, hayalleri, sözleri, hevesleri de yarım. Yarım yamalak bir hikayeyi taşıyorlar omuzlarında.
Şermin, hastaneden eve çıktıktan sonra yavaş yavaş iyileşti.
Ne kadar iyileşmek dersen o kadar. Mecit'ten şikayetçi olmadı.
Kızını bize bırakıp her hafta Bayrampaşa Cezaevi'nde Mecit'i
ziyaret etti. "Çok yatmayacak Allah'tan," diyordu sürekli.
'Tanrım, iyileştir beni; ama sen ne yazmışsan o olsun: Ölmeyi kabul ediyorum.' Kabul etmiyordu oysa. Yalanın artık hükmü kalmadığı şu sırada, içinden gelmeyen herhangi bir söz söylemek istemiyordu. Bununla birlikte başkaldırmak hakkını da tanımıyordu kendine.