"Esir Şehrin İnsanları"nın2.ci cilti 1921 yıllarında Ulusal Kurtuluş Savaşında henüz düzenli ordu kurulma aşamalarında. Başka bir ifade ile Kuvayi Milliye Aşamasında noktalanmıştı.
3. cü cilt "Yol Ayrımı" 1930 yılında başlıyor. 9 yıllık bir mola var arada. Bu aşamada Büyük taarruz olmuş, 9 Eylül de ordu İzmire ulaşmış,
Okuduğumuz kitaplardaki karakterler bir gün çıkıp gelse… ne hissederdik ki. Şöyle delicesine aşık bir adam her şeye rağmen sevip fedakarlık yapan bir kadın , hala dostluğa inanıp sırtını dayayabileceğin bir arkadaş hayvanlara değer verip koruyan insanlığını kaybetmemiş bir insanlık…
Başka daha neler neler. Okurken hayal ettiğinden daha azına razı olamazsın ki zaten tasvirler beyninde yer edinip canlanıverir uyurken bile düşünü görürsün belki. Belki uyuyamayıp okumaya devam edersin. Gecenin yarısı olduğunu fark edip ışığı kapayıp yatarsın ama sonra meraktan uyuyamayıp kalkarsın ve okumaya heyecanla devam edersin. Kimlere oldu bu kim yaşadı bilemem ama şanslı derim o kişiye. Ben gibi şanslı olduğum nadir şeylerden biri bu beklide yaşadığım o his. O sıcaklık sayfalara dokunurken hissettim o samimiyet o bendenlik o aidiyet hissi. Daha nasıl tarif edilir ki. Bilmiyorum. Bazen bilmemekte güzeldir ama.
Reklam girmeden araya devam edip her şeyiyle bana ait ve istediğim tamda bu diyebilmek. Şuanda herkesin aitliğe mi ihtiyacı var acaba farkında olanlar devam ediyor okumaya. Hiç okumayıp kıtapların yanından geçenlerse yazık farkında bile değil ne kaçırdığının. oku okut demogajisi gibi oldu bu biraz. Ama olsun verebileceğim beklide en güzel mesaj olurdu. Ve sayfanın en altına düşeceğim en iyi not odanızdaki size ait bir kütüphane olurdu.
Gara çadır is mi dutar
Martin tüfek pas mı dutar
Ağlıyalım anam bacım
Elin gızı yas mı dutar
Günden yanı soldumola
Yerden yanı uldum ola
Memmedimin ala gözün
Garınçalar oydumola
Artık Kabil'deki hiç kimseye güvenemezdiniz; belli bir ücret ya da gözdağı karşılığında herkes birbirini satmaya hazırdı;kardeş kardeşi, hizmetçi efendisini, arkadaş arkadaşı. Ahmet Zahiri on üçüncü yaş gününde akordeon çalan sanatçıyı düşündüm. Bazı arkadaşları ile bir araba gezintisine çıkmış,daha sonra ensesinden kurşunlanmış cesedi yol kıyısında bulunmuştu. Refik'ler, yoldaşlar her yerdeydi. Kabil'i iki gruba ayırmışlardı: dinlenenler ve dinlenmeyenler. İşin en kurnazca kısmı da, kimin hangi tarafta olduğunu kimsenin bilmemesiydi. Bir elbise provası sırasında, terziye rastgele söylenen bir şey, gelişigüzel bir yorum, sizi doğruca Poleh-çarki zindanlarına götürebilirdi. Et alırken kasaba sıkıyönetimden yakınan biri kendini bir anda parmaklıkların ardında, bir Kalaşnikov'un namlusuna bakarken bulabilirdi. Bir akşam yemeğinde, evinizin mahremiyetinde bile ölçüp biçerek konuşmak zorundaydınız; refik'ler sınıflara kadar girmişti; çocuklara ana-babalarını ispiyonlamayı, neleri duyup kimlere aktarmaları gerektiğini öğretiyorlardı.
Kendime kötü birini örnek almıştım herhalde; sürekli olarak onun hayatını yaşamak, hayattan bir sonuç çıkarmak (nasıl?) ve gece yarısı ıslıkla melodiler çalarak birilerine (kimlere?) benzemek istedim. Hep kötü olaylar, can sıkıcı yaşantılar tekrarlanıyordu; güzellikler, bir kere görünüp kayboluyordu.