Paul Auster'ı sevip sevemediğime karar veremiyorum bir türlü. Bazen, o Amerikan tarzı olağanüstücülük; inanılmaz tesadüfler, büyük olaylar, mutlu sonlar beni çok rahatsız ediyor. Klişe bir Hollywood filmi seyrediyormuş hissinden kurtulamıyorum.
Bazen de beni şaşırtıyor ve etkiliyor Auster, "Yazı Odasında Yolculuklar"da olduğu gibi...
Okuduğum bir eleştirmen, Auster hakkında şöyle demiş: "Auster'ın anlattıklarında çoğunlukla küçük masum tesadüfler kahramanlarının hayatının akışını değiştiren büyük olaylara yol açarlar. İnanılması güçtür, "yok canım" dersiniz ancak okumaya devam edersiniz." Benim "Brooklyn Çılgınlıkları" için hissettiklerimi birebir yansıtmış. Klişelerle ilerleyen bu tanıdık bestseller akışını ben sevemedim.
Konusuna gelince : Evliliği bozulmuş ve kızı dahil tüm akrabalarından kopmuş emekli sigortacı Nathan Glass, kanser tedavisini tamamlayıp kendine yeni bir ev bulmaya ve orada ömrünü tamamlamaya karar verir. Brooklyn'de bir apartman dairesine yerleşir, ancak peş peşe hayatına giren yeğeni Tom ve Aurora, Aurora'nın kızı Lucy, Tom'un patronu Harry, Joyce ve kızı Nancy ile kendi öz kızı Rachel'in sıkıntıları, Nathan'ın kendisi ile baş başa kalmasını engeller. Başkalarının sıkıntılarını çözmek için uğraştıkça Nathan'ın sıkıntıları da azalacak ve yeni bir hayat kuracak gücü kendinde bulacaktır.