"Eğer bir adam kız olan nişanlanmamış bir genç kadınla yatarsa ve onları bulurlarsa, adam genç kadının babasına 50 şekel (şekel Sümerlilerden Akadcaya geçen bir ağırlık ölçüsü birimi) gümüş verecek ve kadın onun karısı olacak."
Eğer adam, nişanlı bir kızla şehirde yatarsa her ikisi de taşlanarak öldürülüyor.
Kur'an'da bu konu yok.
Sümer'de bekâret konusu önemli görünüyor. Sümer kanunlarının yazılı olduğu tabletler kırık ve okunamayan yerleri çok. Okunabilen iki madde bunu kanıtlıyor: Bunlardan birinde, bir kölenin zorla bekâretini bozan 5 şekel (tahminen 40 gram) gümüş vermek zorunda. Diğerinde dul olarak evlenen bir kadın, kocasından boşandığında kız olarak evlenen kadının alacağı
tazminatın yarısını alabiliyor.
Tevrat'ta kural daha katı. Bir kız evlendiğinde bâkire olmadığı kanıtlanırsa taşla öldürülüyor (Tesniye 22: 13-21). Buna karşın, Kur'an'da bekâret konusu ele alınmamış.
Tüm bunlar. İsrail oğullarının asıl vatanının Filistin değil. Arami aşiretlerinin vatan edindigi Harran bölgesi oldugunu gösteriyor İsrail oğulları da Aramiler'in ahfadıdır. Tevrat'ta adları geçen tüm kardeşler Filistin dışında doğup büyümüşlerdir. Bunu söyleyen biz değil doğrudan doğruya Tevrat'ın kendisidir...
Tuhaftır ama, Tevrat'ın defalarca Yahudilerin bir türlü topraklarından söküp atamadıkları için Kenanlılarla bir arada yaşadıklarını, çünkü Museviler'in ülkeye fatihler olarak değil, hakim zümre ve sığınmacı sıfatıyla geldiklerini belirtmiş olmasına ragmen Yahudi yazarlar onlardan söz edildiginde Israilliler in Kenan halkın tamamıyla sıkıp çıkardıklarını ve onların bölgede hiçbir varlıgının kalmadığını vurgulamaktadırlar. Onların Filistin'e savaşarak girdikleri şeklindeki rivayetler ise bizzat Tevratla çelişmektedir. T. Herzl, Yahudi yazarların bu konudaki görüşlerini su cumleyle ortaya koymaktadır. Yahudi meselesinin kolay çözümü halksiz toprağı topraksız halka vermektir
Bir ara Moskof hizmetinde bulunan ünlü bir general yaralarını iyileştirmek için Paris'e gelirken, savaşta tutsak aldığı genç bir Türk'ü de yanında getirmiş. (Bir bütün olarak, kendile rine güvenmek bakımından İstanbul'daki ulemadan aşağı kalmayan) Sorbonne'daki din bilginleri, zavallı Türk'ün eğitim görmemişliği yüzünden lanetlenmesinin yazık olacağını düşü nerek, Hıristiyanlığı kabul etmesi için Mustafa'ya çok ısrar et mişler; teşvik olsun diye de, ona bu dünyada bol bol iyi şarap, öbür dünyada cennet vaad etmişler. Bu akıl çelicilikler dayanıl mayacak kadar güçlü çıkmış; onun için, din bilginlerince iyice eğitildikten ve ilmihali belledikten sonra, nihayet vaftiz olmaya ve *kudas sakramentlerini almaya razı olmuş. Ama papaz her şeyi sağlama bağlamak amacıyla, eğitime devam etmiş ve ertesi gün, her zamanki sorusunu sorarak işe başlamış: Kaç tane Tanrı var? Benedikt, çünkü yeni adı böyleymiş, Hiç yok diye yanıtlamış. Papaz haykırmış, Nasıl! Hiç yok mu? Besbelli, demiş, dürüst dönme, Bana hep bir tek Tanrı var dediniz: dün ben onu yedim.
Birçok yerde duygulandım. Türkiye’yi anlatıyor.. fakat bir öyküye takıldım. “Tarihten bir kara yaprak”
Bu öyküyü yazarken zamanında camilerin nasıl satıldığından, ahıra, hapishaneye çevrilen camilerden, Türkçe okunan ezanlardan bahsedilmiş. Yanlış uygulamalar farkındayım. Pekii, gelin bir de şunu konuşalım. Cumhuriyetten önce halkın nasıl din adı altında sömürüldüğünden, kadınların sahip olmadığı haklardan, devletin halkın parasını yiyip eğlence ve sefa sürdüğünden… Bir şeyi anlatıyorsanız çok yönlü olarak bakmanız gerekir. Halk okuma yazma bilmiyor ve sözde hocaların söylediği şeylere inanıyordu. Kuranın ne anlattığını bile bilmiyorlardı. Niçin bunlardan bahsetmediniz?
Nirvanaya ulaşmış bir Buda'nın ölümden sonra yaşayıp yaşamadığı sorulduğunda, o, bu soruyu "uygunsuz" olduğu için reddederdi. Bu, bir alevin, "söndükten sonra hangi yöne gittiğini" sormaya benzerdi.
Öyle bir alev ki kendisinden bir ikinci lamba tutuşturulur ve bu, alev sönünceye kadar böyle devam eder. Eğer bir kişi ölüm esnasında bile yanlış davranış içinde yanıyorsa, o bir başka lamba yakacaktır. Ama eğer ateş sönmüşse, ıstırap döngüsü sona erecek ve nirvanaya ulaşılacaktır.
16. yüzyılın ortasından itibaren Bektaşi tarikatının Osmanlı idaresinin desteğini (yeniden) kazandığı görülür. Bu yeniden meşruiyet kazanmanın değişen Kızılbaş politikasıyla bir ilgisi olduğunu düşünmek için yeterli nedenimiz vardır. Osmanlı Devleti'nin Kızılbaşları Bektaşi babaları aracılığıyla "evcilleştirmek" istediği fikri ilk defa Köprülü tarafından öne sürüldü ve sonra Melikoff ve Ocak tarafından devam ettirildi. Esasen Bektaşi tarikatının ehlileştirme misyonu çok daha geniş bir alanı kapsıyordu. Anlaşıldığı kadarıyla, kuruluş döneminin bakiyesi olan tüm gayri-müteşerri gruplar Bektaşi çatısı altında toplanıp sisteme entegre edilmek istenmişti. Gerçekten de daha önce abdallar, kalenderiler, haydariler, vs. gibi isimlerle müstakil varlıklarını sürdüren grupların 17. yüzyıl ortalarına gelindiğinde ortadan kaybolduğu, bunların mirasının Bektaşi tarikatı tarafından devralındığı görülmektedir. Ancak bu gelişmenin ne kadarı planlanmış Osmanlı projesiydi ne kadarı kendiliğinden gelişen toplumsal süreçlerdi bilemiyoruz. Kesin olan, Osmanlı idaresi bu gelişmeyi en azından tol ere ve hatta teşvik etmişti.
Kumi'nin aktardığına göre, olay Kızılbaş konfederasyonuna katılan Dulkadirli obalarından birisinde yaşanmıştı. Obanın delikanlılarından birisi evlenmiş ve düğünleri yenice tamamlanmıştı. Gelin ve damat gerdek için henüz halvet çadırına girmişlerdi ki İsmail'in ulakları obaya ulaştı ve Mürşid-i Kamil'in Erzincan'a ulaştığını, sufilerle Sarıkaya yaylasında buluşacağını duyurdu. Haber obada tarifi imkansız bir heyecan dalgası yaratmıştı. Kadın-erkek, genç-yaşlı herkes elindeki işi bırakmış oba beyinin çadırı önünde toplanıyorlardı. Sanki mahşer günü Murtaza Ali'nin sancağı çekilmiş, yahut Mehdi-yi Sahip-zaman inip ahir zaman ordularının başına geçmişti. Obada eli silah tutan herkes hemen teçhizatını toplayıp atını eyerlemeye koyulmuştu. Henüz gerdek çadırına girmiş bulunan genç de çadırından ulağı duyunca aynı heyecan dalgasına kapıldı ve muradına ermeden gelini çadırda bırakarak atını eyerlemeye koştu. Fazla geçmeden toplanan sufi-gazilere katılmış ve Mürşid'in ordusuna katılmak üzere yola çıkmıştı.
İsa'nın Son Sırrı Din, tarih, hususen de Din Tarihi, bilim, arastirma sevenler, Dan Brown kalemini beğenenler yazarin tum kitaplarini hayranlikla okur.
Kitapin bas sayfalarinda yer alan “Burada sunulan tarihsel, bilimsel veriler gercektir” cumlesi ile yazar bizi bastan heyecanlandiriyor. Ama en fazla ne ola bilir ki diyorsunuz kendi kendinize.. Sonlara dogruysa okuduklarimi saskinliklar icinde okudum desem yalan olmaz..) Incil, Isa, hristiyanlik- sonda kendime sordugum soru- acaba hristiyanlar bu kitabi okudu mu?
İsa'nın Son SırrıJose Rodrigues dos Santos · Pegasus Yayınları · 2017542 okunma
Ne Osmanlı Devleti'nde ne de başka bit şeriat devletinde topluma milliyetçilik bilinci aşılayacak bir kuruluş olmuştur. Aksine, Müslümanlık duygularını yok eder düşüncesiyle milliyet duyguları yok etmiştir.
Tabiat icabı isyankâr ve disipline gelmez niteliktedir çöl bestecisi Arapları, devlet düzeni içinde tutabilmek için Muhammed, başlıca çare olarak korku ve şiddet usullerini seçmiş ve ondan sonra iktidara gelenler hep bu usullerini sürdürmüşlerdir; öylesine ki şeriat halklarına, şiddet usulleri dışında yönetilmez bir karakter kazandırmışlardır.
Bilimsel esaslara dayalı olarak böyle bir inceleme yapılacak olursa görülecektir ki şeriat düzeni ve zihniyeti, İslam ülkelerinde ne anayasacıl ne özgürlükçü ne de demokratik gelişmelere olanak bırakmıştır. Anayasalcı hiçbir gelişme görülmemiştir çünkü iktidarın kamu özgürlükleri adına kısıtlandırılması söz konusu olmamıştır. "Demokrasi" diye bir şey görülmemiştir çünkü şeriat, "doğal hukuk" , "halk" (ya da millet) egemenliği, "halkın iktidara katılması" , "genel seçim" , "temsili sistem" , "iktidarın topluma karşı sorumluluğu" ya da "eşitlik" vs. gıbı husulara yabancı kalmıştır.