-'Bazen iyi birinin dış görünüşü sana, çirkin gelebilir. Ya da bazen güzel ve iyi olan birinin dış görünüşü değişebilir.
Mesela beni her zaman böyle beyaz ve parlak görmeyebilirsin. Siyah ve donuk yüzle karşına çıkarsam, benden korkma! Görüntüm değişse de bunun, yine de ben olduğumu bil...
Birbirimize ruhlarımızla tutunursak, dış görünüşümüz nasıl olursa olsun, birbirimizi kalplerimizden tanıyabiliriz...'
Altı asır boyunca Kafkaslardan Rumeli'ye, Kırım'dan Kuzey Afrika'ya, Anadolu'dan Arabistan'a uzanan muazzam bir coğrafyada, "kökleri yerde, dalları gökte" büyük bir medeniyet kuran Devlet-i Aliyye-i Osmaniye
"Aslında benim hayatımı tam anlamıyla iki kısma ayırabiliriz Tesla. Tıpkı milattan önce ve milattan sonra gibi. . . Zira hiçbir fikrin olmasa da sen benim miladım oldun. Senden önce ortalama bir sokak çocuğuydum. Zor ve çekinlen ez bir hayatın içinde diğer çocukların yaşadığı şiddeti, tacizi ve tecavüzü yaşadım.
En pis çöp tenekelerine
“Deniz insanı kederlendirmekten başka bir işe yaramaz.Ağlayası gelir denize bakanın.Kalp, bu muazzam büyüklükteki su örtüsünün karşısında yaşadığı ürkeklikten utanır. İnsan, sonsuza kadar uzanan bu tablonun birörnekliğiyle yorulan gözlerini dinlendirecek bir yer bulamaz.”
…
Daha önce hiç adım atmamış gibi bir çekingenlik ve ilk kez adım atıyormuş gibi bir cesaret, hiçbir şey anlamamış gibi boş, bomboş gözler ve çok derin anlamları ilk kez keşfetmiş gibi heyecanlı bir baş sallama, ilk kez kuyuya düşmüş gibi bir şaşkınlık, sendeleyiş ve her gün, sanki bir rutin olarak kuyuya düşüyormuş gibi kuyuyu ve düşüşü kanıksayış, ilk kez çile çekiyormuş gibi bir aman dileyicilik, feryat ve günbegün çile çekiyor olmak gibi bir öylesinecilik, ilk kez yük taşıyormuş gibi muazzam bir bel ve omuz ağrısı ve yükün kendisiymiş gibi muazzam bir hafiflik...”
.
Güzellik, tıpkı güneş ışığı gibi, bahar mevsimi gibi, karanlık sulara aksi vuran, adına ay dediğimiz o gümüş deniz kabuğu gibi bu dünyanın muazzam gerçeklerinden biridir.
Katlandıkları acılar anlamında insanlara muazzam bir bedel ödeterek topluma zorunlu sanayileşmeyi dayatmanın tek kelimeyle gaddarca olduğu görüldü. Tüketim, ağır sanayiye yapılan yatırımlara kurban edildi. Tüketim mallarına nazaran fabrika, makineler ve hammaddelere ayrılan yatırımların oranı 1927/28’de %33 iken, 1932’de %53’e ve 1950’de %69’a çıktı. Sonuç kıtlıklar ve kuyruklar oldu –gerçi olması gerekenden daha azdı çünkü aynı zamanda ücretler de altı yıl içerisinde tahminen %50 düşürülmüştü.
Artan şehir nüfusunu beslemek ve yabancı makine ithalatını karşılamak için köylünün tahılına el konuldu. Bu nedenle, 1929’da dünya piyasalarında fiyatlar çöktüğü zaman en az üç milyon işçi açlıktan hayatını kaybetti. Hâla yeterli değildi. Devlet, “tarımda kolektifleştirme” (devlet kontrolü) politikasını ilan etti. Kulak (piyasa için üretim yapan zengin köylü) olmakla suçlanan milyonlarca köylünün mülküne el konuldu ve bu insanlar başka yerlere sürgüne gönderildi. Birçoğu hayatını kaybederken kalanlar gulaglarda köle işçi olarak çalıştırıldı.
Sibirya gulagları, durmaksızın genişleyerek Stalin’in güvenlik aygıtının yönettiği dev bir köle imparatorluğuna dönüştü. 1928’de 30.000 olan tutuklu sayısı 1931’de 2 milyona, 1935’te 5 milyona ve 1930’ların sonuna gelmeden de muhtemelen 10 milyonun üstüne çıktı. Milyonlarca kişi polis kurbanı oldu; yıllık can kayıpları 1930’da 20.000’den 1937’de 350.000’e yükseldi.