DÜŞÜNCELER:
1. Ben başkalannın gözünde, bugüne dek kendim için olduğumu düşündüğüm kişi değildim.
2. Kendimi yaşarken göremezdim.
3. Kendimi yaşarken göremeyişim nedeniyle kendime yabancı kalırken, başkalan beni görebiliyor ve tanıyabiliyordu -herkes bunu kendine özgü bir biçimde yapıyordu tabii ama ben yapamıyordum.
4. Bu yabancıyı görebilmek ve tanıyabilmek için alıp da karşıma koymak imkânsızdı; kendimi görebilir ama onu göremezdim.
5. Bedenim dışandan baktığımda riyalanmda beliren hayal ürünü bir görüntü gibiydi; yaşadığım bilmeyen, orada öylece durup birilerinin gelip kendisini almasını bekleyen bir şey.
6. nasıl bedenimi alıp bazen istediğim bazen de hissettiğim şekilde biçimlendiriyorsam, herhangi biri de aynısını yapıp ona kendi bildiği gibi bir gerçeklik atfedebilirdi.
7. Kısacamsı o beden kendisi için öylesine bir hiç ve hiç kimse idi ki onu bugün hapşırtabilen küçük bir esinti, yarın beraberinde uzaklara dahi götürebilirdi.
SONUÇLAR: Şimdilik yalnızca şu ikisi:
1. Sonunda karım Dida’nın bana neden Cenge diye seslendiğini anlamaya başladım.
2. En azından bana en yakın kişiler -yaygın ismiyle, tanıdıklarım- için kim olduğumu keşfetmeyi, onların gözünde olduğum kişiyi inatla didik didik edip parçalarına ayırarak eğlenmeyi kafama koydum.
İslâm Dünyası, kazandığı zaferlerle ve elde ettiği başarılarla yetinip kendini rahata bıraktığı bir dönemde, Avrupa, korkunç bir dinamizm içinde, kendini yeni baştan yoğuruyordu. İslâm dünyasında, öylesine bir üstünlük kompleksi (complex superiorite) teşekkül etmişti ki, Avrupalı'nın her hamlesi "bırakın şu gavurları", her yeni buluşu "gavur icadı" biçiminde küçümseniyordu. Bazı sosyologların da işaret ettikleri gibi, medeniyetlerin en güçlü olduğu dönemlerde, cemiyete "bir rahata düşkünlük ve uyuşukluk" musallat olur. Biz de öyle olduk. Artık herkes "külfetsiz nimet" peşinde idi. "Devlet ricali" eğleniyordu, "Yeniçeri" kendi vatanında işgal ordusu kesilmişti, "medrese" hâlâ 16. asırda dolaşıyordu, "tekke" tembelhane olmuştu, "memurluk" gizli işlerin sığınağı idi. Her neyse ötesini siz söyleyin. Kısaca, cami vardı, medrese vardı, tekke vardı, saray vardı, kışla vardı, kalem vardı, mürekkep vardı, kılıç vardı, kalkan vardı... Fakat bunları temsil eden "kahramanlar" çekilip gitmiş, yerine "sahteleri" oturmuştu.