“Sen hiç âşık oldun mu Ali?”
“Tabii Amirim, şimdi bile kız arkadaşım var,” diye yanıtladı beni.
“Kız arkadaşından söz etmiyorum Ali, aşktan söz ediyorum. Gerçek aşktan, insanı katil eden, rezil eden, insanlıktan çıkaran aşktan söz ediyorum.”
Ben zannediyordum ki ömürlerimizin teknesini istediğimiz sahile götürmek için yalnız onun dümenini ele almak kâfidir... Şimdi anlıyorum ki değilmiş... Yollar görünmez kayalarla doluymuş... Onlara çarpmamak lazımmış... Daha fenası gizli cereyanlar varmış ki insan onlara kapıldığı zaman yolun değiştiğini, gittikçe uzaklaştığını farkedemezmiş...
Tâ kendisini başka sahillere düşmüş görünceye kadar...
Belki çocukça bir fikirdir, felsefe kitaplarında yeri yoktur ama ben saadeti ikiye ayırırım. Başkalarından alınan saadet, başkalarına verilen saadet. Benim için hakikî saadet başkalarına verilen saadettir.
Yûsuf güçlüydü bu yüzden. Bir mâzlum ahının gök kubbeyi sarsacağı bilgisiyle. Devranın gün gelip de döneceğinin haberiyle. Ne ki var zerre kadar şer ne ki var zerre kadar hayr, bir gün şaşmaz bir terazide tartılacağının emniyetiyle.
Sustu. Yûsuf.
Sustu.
Teslimdi. Mazlumdu.
Teslimiyetiyle vardı. Susmasıyla haykırdı. Tahammülüyle baş kaldırdı.
O kadar yakınında durur ki, göremez olursun. Kenara çekilip aradan tastamam çıkıp kendi hâline bırakman gerekir kendini. Bazen de birinin tutup kulağından, seni senden uzaklaştırması, “ Gel bir de burdan bak.” demesi gerekir.
Bakarken bakarken...Görüverdik!
Bütün çekmecelerde arayıp durduğu gözlüğünün aslında gözünde olduğunu nihayet gören o şaşkın gibi. Evlenmeye o anda karar verdik; kıpkırmızı.
Acaba on asır sonra anlaşılacak insanlar yok mu? Acaba ebediyen yanlış anlaşılarak yanlış hüküm giymeye mahkûm bedbahtlar yok mu? Aksine, ilâhlaştırılan alçakların bulunabileceğini kabul etmez misin?