Atın üstünde kafasını sallaya sallaya gidiyordur muhtar… Nereye gittiğini bilmiyordur; ölünecek bir yer olsun da, neresi olursa olsundur. Gerçi her yerde ölünebilir, bunu biliyordur. Gene de kafasında daha güzel bir yer vardır. Ölüm, ölünen yerle güzelleşirmiş gibi…
“Dayandığımızı düşündüğümüz en yakınlarımızın muhtemel bencilliği, aslında dünyadaki varoluşsal yalnızlığımızla yüzleştirir bizi. Sevginin sorgusuz özveri üstüne kurulmuş olduğunu varsayarken bunun bir yanılgı olduğunu görmek, en yakınlarımızın bencilliğiyle yüzleşmek, büyümenin sarsıcı gerçeklerinden biridir.”
“Şu anda yapayalnız bir dalganın üstünde boş bir konserve kutusundan farksızsam da senden kopmanın imkânsızlığını daha bir aşkla duyuyorum. Üzerime Toroslar yıkılmış sanki. Öyle duyuyorum işte. Öyle kesin ve kudretli.”
Mutlu anlardan geriye kalan eşyalar, o anların hatıralarını, renklerini, dokunma ve görme zevklerini bize o mutluluğu yaşatan kişilerden çok daha sadakatle saklarlar.
Sevgide “vermek” vardır Leylâ. Vermek. Ve bunu anlamak... Yoksa senin sorduğun gibi ne yalnızlık ne merhamet ne iki acının itisi... Salt huyun, suyun da önemi yok.
Koşarsın koşarsın da varamazsın hani; içindeki umut, varamadığın kadar büyür. Sen bakarsın ışıltıyla. İleriye uzanırsın (uzanmak istiyorsun yalnızca), uzandıkça da kolların uzar babam uzar... Gene de boşluğu avuçlarsın hep; düşünü düş yapan boşluğu...
İnsanlar sadece kendi hayatları için kaygılandıkları, kendilerini kolladıkları için yaşar sanırdım, oysa onları yaşatan tek şey sevgiymiş. Seven insan Tanrı’nın, Tanrı da onun içindedir, çünkü Tanrı sevgidir.