uzun zaman sonra( yaklaşık 9 günlük) bir okuma sürecinin sonuna geldim. 918 sayfalık 1. Cilt; Sosyal sınıfların gözlemlerinin yanı sıra birçok konu üzerinden de farklı bir deneyimleme imkanı sağlayan bir başyapıt. Eseri okuma sürecim ve dünya gündemini düşününce fazlasıyla manidar oldu. 1812 yılını konu edinen eser; Napolyon'un komutasındaki Büyük Ordu'nun Moskova'yı işgaline paralel olarak, bir avuç soylu insanın yaşamları ele alınır. Napolyon'dan savaş esirlerine kadar uzanan bir karakter zenginliğine sahip.
Prens Andrey, Piyer, Nataşa, Prenses Mariya, Anna... Hiçbir karakter mükemmel değildir! Hepsi bizim gibi insandır. Hepsinin hataları, doğruları, yanlışları ve sevmeyi bilen aynı zamanda kırılan kalpleri vardır... Tarih kitaplarında üstünkörü bahsedilen Napolyon savaşlarına genel bilgilendirmelerle beraber dönemi anlamak için öğretici nitelik de taşıyan mükemmel bir eser.
Ziyadesiyle memnun kaldığım bu güzel eser; durgun ve farklı bir dokuya sahipti. Mutlaka okunmalı. 2. Cilt mart ayında okunacak
Gazi Mustafa Kemal'in tarihe geçmiş cümleleriyle incelememe nokta koyayım...
🪶"Dünyada milletler bir apartmanın sakinleri gibi kabul edilir. Eğer bir apartman, sakinlerinden bazıları tarafından ateşe verilirse, diğerlerinin yangının etkisinden kurtulmasına imkân yoktur."
Baba toprakta, kızı tutsak,
Ve yakıp yıkılmış olan yurdu
Onursuzluyor ağır boyundurukta.
Yazık! Bahçesaray’ın duvarları
Saklıyor şimdi genç prensesi.
Uslu tutsaklığında solup sararıp
Mariya gözyaşı döküyor ve kederleniyor.
Giraysa bahtsız kıza el süremiyor:
Hüznü onun, gözyaşları, inleyişleri
Bozuyor kısa uykusunu hanın,
Ve prenses için hafifletiyor
Hareminin sarsılmaz yasalarını.
Arif Bey dün gece, “Dünyanın bütün kadınları güven ister,” demişti. “Kadınlar güven istiyor da, erkekler sanki istemiyor mu? Bu dünyada, herkes, her şey, kurt kuş, yılan çıyan hep güven istiyor. Bütün güvensizlikler de bu güven istemekten geliyor! Şu yağlıboya resimdeki Prenses Fahire Hanımefendi de güven ister. Komutanına karılık eden jigolosuna güvenmek ister. Sapık zevklere alıştırmaya çalıştığı körpe kızdan güven ister. İkisini de birkaç ay sonra değiştireceğini bile bile güven ister. Değiştirinceye kadar güvenmeli... Rasputin'in bu dünyada bir tek güvendiği insan belki de bu Kontes Mariya Bolkinova imiştir. Güvenmese, bunun kurduğu pusuya belki düşmezdi. Şimdi bu kontes de güven ister!”
"Ne kadar iyi olurdu... her şey prenses Mariya'nın düşündüğü kadar açık ve basit olsaydı! Bu dünyada nereden yardım bekleyeceğimizi, ölümden sonra da öbür dünyada bizi nelerin beklediğini bilebilseydik ne kadar iyi olurdu! Eğer şu anda "Tanrım günahlarımı bağışla!" diyebilseydim, ne kadar mutlu, ne kadar sakin olurdum! Ama bunu kime söyleyeceğim? Ya "O" belirsiz, kavranılması imkânsız, söz bile söyleyemeyeceğim hiçbir kelimeyle ifade edemeyeceğim bir kuvvettir; yüce bir şeydir ya da bir hiçtir! Yoksa o Tanrı prenses Mariya'nın şuraya diktiği ladankanın içindeki Tanrı mı? Gerçek diye bir şey yok, hiçbir şey yok! Benim kavrayabildiğim ne varsa hepsi birer hiçten başka şey değil; yalnız kavrayamadığım, ama her şeyden önemli olan bir tek yücelik var; başka her şey boş."
''Karın varsa derdin var, ama karın olmayan bir kadınla daha büyük derdin var demektir.''
(s. 710)
Anna Karenina'nın yazıldığı dört yıl boyunca (1873-1877), Lev Tolstoy, kafasını meşgul eden tüm meseleleri eserine aktarır. Her fırsatta, roman yazarı, kalemini, deneme yazarına bırakır. Hikayenin akışı, yazarın kır ekonomisi, hayatın anlamı,
''Damarlarındaki kanı boşalt, yerine su doldur, işte o zaman savaş olmaz.''
(I. cilt, s. 587)
Savaş... savaş... savaş... Nedir bu savaş? Dostoyevski der ya, ''Her insan doğuştan gaddardır,'' diye, bence savaş, gaddarlığın, açgözlülüğün ve hükmetme aşkının dışa vurumudur. Barış ise, aynı savaş gibi, sadece çıkarların kesişmesiyle oluşan, başka
"Kardeşlerimize, bizi sevenlere karşı merhamet ve sevgi; bizden nefret edenlere karşı sevgi, düşmana karşı sevgi; evet, Tanrı'nın yeryüzüne inip öğütlediği ve Prenses Mariya'nın bana öğretmek isteyip de benim anlamadığım sevgi; işte bana hayattan ayrılırken acı veren şey bu sevgiyi anlamamış olmamdır, ölmeseydim bana kalabilecek biricik şey de bu sevgi olurdu. Ama artık çok geç, bunu biliyorum."
Bouerinne ile Anatol'ün gülümseyişlerini, herkes konuşurken kızı Prenses Mariya'nın yapayalnız kaldığını bir anda fark etmişti. Öfkeyle kızına bakarak "Aptal gibi giyinmiş, kuşanmış!diye düşündü. "Utanmaz! Adamın ona aldırdığı bile yok!"
Sonra yedi yüzyıl önce Bizans'tan Moğol Hakanı Hülaguya gelin olarak yollanan Prenses Mariya Palaeologina'yı düşünün.Sizin yaşadığınız bu şehirden , Kostantinopolisten de İran'a Hülagu ile evlenmeye yollanmış , daha oraya varmadan Hülagu ölünce , yerine tahta geçen oğlu Abaka ile evlenmiş , İranda'ki Moğol sarayında on beş yıl yaşamış , kocası öldürülünce sizin de üstünde huzurla uyumak istediğiniz bu tepelere geri dönmüştü.Prenses Maria'yı içinizde iyice hissedene kadar onun yola çıkışındaki hüznü düşünün...
Savas pskilojisi, üst-alt komuta zincirinin adaletsizliği; erler, yaya bilmem ne kadar verstlik yolu çantalarla yürümek zorundayken süvarilerin at üstünde yanlarından geçmesi gibi örneklerle veriliyordu.
İnsan yapımı olanın; savaşın getirdiği tek şey yıkım ve ölüm iken savaşın yaşandığı anda bile Tanrı yapımı olanın; doğanın sessizliği,
Prenses Mariya her zamanki kararlaştırılan saatte babasına"Günaydın" demek için bekleme odasına gelmiş, korkuyla haç çıkararak içinden dua ediyordu. Her gün aynı saatte gelir, her gün de babasıyla yapacağı günlük görüşme kazasız belasız sona ersin diye böyle dua ederdi.
" Insanların acılarını paylaşmak, insan kardeşlerimizi sevmek, sevenlere karşı olsun , bizden nefret edenlere karşı olsun sevgi duymak, düşmanlarımızı sevmek! Evet , Tanrının dünyada yaşayan insanlara öğrettiği ve Prenses Mariya'nın benim içimde uyandırmak istediği, ama benim o zamanlar anlamadığım sevgi demek buymuş.. Işte, hayata veda etmek, bu duygu yüzünden bana acı veriyordu. Eğer hayatta kalsaydım her şey bittikten sonra bir bu bana kalacaktı! Ama artık çok geç; bunu biliyorum!"