"Gene de," diye düşündüm, "kendisine güldüğüm bu adam, bu gülünç ve bilgisiz genç, bir zamanlar bendim: Hâlâ da bazı bakımlardan benim kendim. Yaşadığım o uzun yıllar boyunca, ben görür, kestirimlerde bulunur, düşünürken; o burada, yapayalnız, iletişimsiz, tıpkı benim burayı bırakıp gittiğim günde olduğum gibi kaldı. Şimdi, benim şimdiki ben'im, geçmiş ben'imi küçümsüyor - gene de o zaman, bugün olduğundan çok daha fazla üstün insan, soylu bir varlık olduğuma inanıyordum, evrensel bilge, geleceğin dahisi sanıyordum kendimi. O zaman da geçmişimi küçümsediğimi anımsıyorum, küçük beni, bilgisiz, daha incelmemiş oğlanı. O zaman küçümseyeni küçümsüyordum şimdi. Oysa bütün bu küçümseyenlerle küçümsenenlerin adı aynıydı, aynı bedende barınmışlardı, insanlara tek bir canlı varlık gibi görünmüşlerdi. Şimdiki ben'den sonra, bugünkü kendimi yargılayacak bir başkası oluşacaktı, tıpkı bugün benim dünkü kendimi yargılandığım gibi. Ben kendime acımazsam, kim acıyacaktı bana?"
Cahilliği yok edecek ilaç bilim değil mi? Evet, bilim. İşte o da kitapların içindedir. Cahilliği ancak okumakla yenebiliriz. Karanlığı okuyup öğrenmekle, kafayı ışıklandırmakla yenebiliriz.
O yıllarda,
henüz ormanlarım bile yoktu içimde
izimi saklayacak,
ada bile değildim daha
gökyüzünde
bir gökyüzü bile değildim.
Varım yoğum ninemdi
(babam kendini ona bırakırdı giderken)
ve ninemi bilirdim
adadır diye,
sonra bababır diye;
pencereler görüntümü geri kustukça,
buruştukça bakışlarım görüntümü içerek
ve uzayarak kısaldıkça boyum,
ona tutunuyordum.
"Bence korkunun ecele faydası yok," dedi köknar öfkeli bir sesle. "Keşke insanlar dünyayı sevmeyi öğrense; yaşadıkları toplumda birer misafir olduklarını anlayıncaya ve çocuklarına daha yeşil bir gelecek hazırlamanın bilincine erişinceye kadar, ne yazık ki bu katliam böylece sürüp gidecek!"
Bir çiçek kokusundan nasıl taşar, diyeceksiniz belki. Taşmaz olur mu, taşıyordu işte; görüp kokladığınız çiçeğin ötesinde düşsel bir çiçek gördünüz mü, taşıyordu...
Hayata bakıyorum güçlülerin kibrini ve tembelliğini, güçsüzlerin önemsizliğini görüyorum; her yerde korkunç sefalet; nüfus yoğunluğu, ayyaşlık, dolandırıcılık ve ikiyüzlülük var. Diğer yandan evlerde sokaklarda bir sükunet hakim; kentimizde yaşayan beş bin kişiden biri bile bunlara karşı çıkmıyor. Yiyecek almak için pazara giden insanları düşünün, gün boyu yerler; geceleri uyurlar, boş konuşurlar, evlenirler, yaşlanırlar, ölülerinin ardından dindarca mezarlığa yürürler; fakat hiçbiri acı çeken insanları görüp işitmez ve hayatın korkunçluğu bir yerlerde, sahne arkalarında sürüp gider. Her şey sessiz ve sakin. Buna muhalif olan tek şey, istatistiklerin sessiz protestosu; çıldıranlar, alkolikler, açlıktan ölen çocuklar...
Mutluluk kalıcı değildir, olmamalı da zaten, hayatın bir amacı veya anlamı varsa bunlar bizim küçük mutluluklarımızda değil, mantıklı ve büyük şeylerdir. İyilik yapın!
Sayfa 84 - Antik Dünya Klasikleri - Nisan 2015 basımı
“Rahmetli baban görse o da üzülürdü. Bunca servet ve isim sahibi ünlü bir ailenin oğlu olarak şu haline bak. Adadaki ayak takımına karışmış durumda yaşayıp gidiyorsun. Çünkü seni zararlı eşitlik fikirlerine, uyuşukluğa, haklarını savunmamaya alıştırmışlar. Oysa insanlar eşit değildir. Güçlüler ve zayıflar vardır ve hayat bunlar arasındaki mücadeleden ibarettir. Sen güçlüler arasındaki yerini almalısın. Turizmin bunca geliştiği, milyar dolarların kıyılara ve adalara aktığı bir dönemde, bu adanın değerini ölçebilir misin? Ha, ölçebilir misin? Adalılar seni kandırmış, elindeki pırlantayı boncuk sanmana yol açmış. Sen servet sahibi bir insansın ve ona göre davranman gerekir. Eşitlik, dostluk, demokrasi... bunlar hep zayıfların uydurduğu saçmalıklar. Çünkü onların yaşayabilmek için bu gibi kavramlara ihtiyacı var. Güçlünün ise bir tek isteği vardır: Daha fazla güç!”
Hayatta doktor görürsün ki, kırkından sonra politikacılığa koyulur. Evini idare etmekten aciz adam görürsün ki, devleti düzeltmeye kalkışır. Hep bunlar mesleki “Refoulmenet”ların ve saklı kalmış ateşin, isteklerin zavallı kurbanlarıdır.