Okumadan Beğenmeyiniz.
Allah'ı inkâr ediş, bence, insanın kendinden uzaklaşmasından doğuyor. Eşyaya doğru gittikçe, kendinden ve büyük Bütünden uzaklaşmış oluyor insan. Bunun için belki, eşyadan soyunup, kendinden ibaret kalan kişi kolaylıkla Allah'ı bulabiliyor. Allah'a inanı ne kadar az olursa olsun, büyük bir felâket anında insan Allah'ı neden hatırlar? İnsan o anda bütün eşyadan tecerrüt etmiştir de ondan. Zelzelede, su baskınında, ölümün yaklaşmasında, böyle. Demek ki, Allah'a inanmak, inkârcıların sandığı gibi, sonradan olma, geleneğin getirdiği, insanların aldatması ve aldanması ile ortaya çıkan bir şey değildir. Asıl inkârdır ki, sonradan bulaşır, öğretilir insanlara, onunla insanlar aldatılır, hattâ bu aldanış, bir gelenek halini alır. Bütün arızîliklerden sıyrıldığımız anda, Allah'ı en kesin ve keskin bir buluşla buluyoruz. Ama üzerimize, eşya yürüdükçe, eşyanın bizi kuşatması, içine girdiğimiz medeniyetin bir kaçınılmaz şartı oldukça, Allah'ı bulmak güçleşiyor, ondan gittikçe uzaklaşıyoruz. Tarihe de bakılırsa, Allah'tan ıraklaşma çağları, eşyanın çoğaldığı, insanın «eşya yapan varlık» olarak tanındığı çağlardır, materyalist çağlardır. Eşya art- tıkça, Allah'la insan arasındaki yolda, insan adım başında kapaklanıyor. Barikatlar artıyor çünkü.Araya, eşyayla, garip bir oyun giriyor.
En sevdiğimmm :)
Risale-i Nur'a bu kadar bağlanıldığını görünce, dünyadan alâkamızın kesildiği zannına varılmasın. Bilakis bu cihet, şu hatt-ı hareketimizle tebarüz eder: Mücerred isek işlerimizi, talebe isek derslerimizi, memur isek vazifemizi, tüccar isek ticaretimizi yapıyoruz. Dünyevî meşgalemiz ne kadar fazla bulunursa bulunsun, ders ve imtihanlarımız ne derece sıkı olursa olsun Risale-i Nur'a çalışmaya ve hizmete yine vakit buluyoruz ve bulabiliriz; zaman ayırıyoruz ve ayırabiliriz. Zira nasılki her gün ekmek, su ve havaya ihtiyaç var. Aynen öyle de, bunlardan daha fazla olarak, her gün Kur'an ve iman hakikatlarından manevî gıdalarımızı almaya muhtacız.
Reklam
İktisatçı Robin Hanson, insan işçilerin yerini makinelerin almasını, merhametsizce yükselen deniz düzeyine benzetir... Deniz yükselirken, yüksek yerlerde “insana en özgü” işler var. Bu noktada, en iyi insanların elinden gelen işleri buluyoruz, örneğin özel yemekler pişirme ya da seçkin saç kesimi gibi. Ardından, insanların ve makinelerin eşit beceriyle yaptığı işlerden oluşan “kıyı” geliyor; bunun ötesinde ise, makinelerin daha iyi yaptığı işlerden oluşan “okyanus” var. Makineler, ucuzladıkça ya da akıllandıkça ya da hem ucuzlayıp hem akıllandıkça, su düzeyi yükselir ve kıyı, iç bölgelere ulaşır. Bu engin değişikliğin iki etkisi olur. Birincisi, makineler, yeni “su basmış” işleri devralarak insanların yerine geçer. İkincisi, makinelerin işlerini insanların işlerini tamamlar hale getirmek, bu işleri iyi yapmanın değerini yükseltir.
İngiltere şovenizmine devamke
İngiltere’de çoğumuz Fransızların şu anki tutumunu namert buluyoruz. Siz bunu mizaç farklılığı olarak adlandırabilirsiniz pekala, ama ben bundan daha öte bir şeylerden söz ettiğimizi düşünüyorum. Bir anlaşmazlık bir kere çözümlendi mi, düşmandan böylesine nefret etmeye devam etmek yakışıksızdır. Bir adamı dize getirdin ise, iş orada bitmelidir. Onu bir de tekmelemeye kalkışmazsınız. Bize göre Fransızların aynı tavrı git gide barbarlaşıyor.
Sayfa 78 - YKY, 6. Baskı Aralık 2017, çev: Şebnem Susam-SaraevaKitabı okudu
Nereden nereye :D
__ Kadının toplumdaki yeriyle ilgili en özgün bilgilerden bir kesimini, Papaz Joseph Lafitau'nun 1727'deSociety ofjesus (İsa Topluluğu)adıyla yayınlanan mektuplarında buluyoruz. Papaz Lafitau, mektuplarında "İrokualar"ın yaşam düzeninden söz ederek şu bilgilere yer veriyor: "...Kabilede kadının üstün konumundan başka gerçek yok... Ulusu ayakta tutan kadın... Kan bağı ile şecerenin asaleti kadın kökenli... Tam başatlık kadınlarda... Toprak ve ürünler kadınların. Savaş ve barış kararlarının hakemleri kadınlar. Hâzineden, tutsaklardan, evlilikten, çocuklardan onlar sorumlu... Erkekler izole edilmiş durumda... Çocukları (babalarına) yabancıydı..." __
KAYNAK YAYINLARI (epub)Kitabı okudu
"Uykun var mı?" "Yok." "Benim de yok. Çakılların üstüne oturalım, sana soracaklarım var." İkimiz de yorgunduk ama, uyumak istemiyorduk. Bugünün zehirini yitirmek istemiyorduk. Uyku, sanki tehlike anında bize, kaçma anlamında bir şey olarak görünüyordu; uyumaktan utanıyorduk. Deniz kıyısına oturduk. Zorba kafasını
Sayfa 258 - Can YayınlarıKitabı okudu
Reklam
263 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.