Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Rukiye Nur

Rukiye Nur
@yoldakidyt
ismid
Fahr-i Alem efendimiz ﷺ sürme hokkasından aldığı sürmeyi önce sağ gözüne, arka arkaya üçer defa çeker, sonra da aynı şekilde sol gözünü sürmelerdi.
Reklam
ismid
İsmid denilen sürme taşının gözün sıkça yaşarmasını kestiği, gözdeki yarayı iyileştirdirği, kirpikleri ve göz sinirlerini güçlendirdiği, gözün sağlığını koruduğu, göze parlaklık kazandırdığı, gözü güzel gösterdiği, göze giren yabancı maddeyi dışarı attığı, bu uygulamanın hem çocuklara hem de yaşlılara iyi geldiği belirtilmektedir.
Rasulullah ﷺ şöyle buyurdular: "Gözünüze ismid ile sürme çekmenizi tavsiye ederim ; zira ismid ile çekilen sürme göze parlaklık verir, kirpiklerin gür çıkmasını sağlar."
Sayfa 244

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Gerçeğin, doğru yerde durup, doğru açıdan bakamadığımız için, gözümüzden kaçan bir yüzüydü! O bardak tamamen dolu çaylak! Yarısı su ile yarısı da, sudan daha aziz olan hava ile dolu!
Zayıflamakla uğraşmak şişmanlığı daha da büyütmekten başka bir işe yaramıyor.
Reklam
Tembelliğin yerine, adamına ve çağına göre girmediği kalıp yoktur. Herkesin mizacına göre tavır alır ve konuşur. Dilimizde aldığı çeşitli isimler de onun bu sinsiliğini gösterir. Tembelliğin bir adı havailiktir. Bir adı gevşeklik, bir adı hoppalık ve züppelik, bir adı uyuşukluk, üşengeçlik, keyfine düşkünlük, tenseverliktir. Tembellik herkesin karşısına her zaman aynı kılıkta çıkmaz. O mesleksiz aktör gibi daima rol değiştirir. Bazen samimi ve iyiliği sever bir dost tavrı alır. Bazen en meşru bir mazeret kılığına girer; hasta olur, yorgun düşer ve herkesi hâline acındırır. Bazen iş yapar görünür; hakikatte hiçbir şey yapmaz. Bazen tatlı bir dille konuşur ve gönül çeler. Onun kandırıcı bir felsefesi ve safsata ilmeklerinden örülmüş bir edebiyatı vardır.
Modern bilimsel paradigma ışığında yetişmiş uzmanlar; özellikle de psikolog, psikiyatrist, pedagog, doktor gibi eğitim ve sağlık alanında yetişmiş pratisyenlerin kendi alanlarına eleştirel bir perspektiften bakamamaları önemli bir sorun olmaya devam ediyor. Daha çok uygulamaya odaklanan ve yaptıkları işin felsefesi hakkında yeterince eğitim almayan pek çok uzman okullarda öğrendikleri bilgiyi ezberden aktarmaya devam ediyor. Ezberi bozan bir bilgiyle karşılaştıklarında ise, şaşırıyor ve bu bilgiye şüpheyle bakıyor. Resmi bilimsel bilgiyi kontrol eden mekanizmalar uzun yıllar uğraşıp yerleştirdikleri argümanların eleştirilmesine tahammül gösteremiyor ve algı yönetiminin bir parçası olan söylemleri devreye sokarak bu eleştirileri ya da eleştiriyi yapanları itibarsızlaştırma yoluna gidiyor.
Muhammed Suresindeki kafirlere yönelik "... zevklerinden yararlanırlar ve hayvanlar gibi yer içerler" ifadesine, müfessirler birbirine çok yakın mânâlar vermişlerdir. Mevdudi merhum, "Yani nasıl hayvanlar Bu rizik nereden gelmiştir, kim yaratmiştır, bu rizkı veren karşılığında benden ne istemektedir' diye düşünmeden yerse, bu insanlar da öyle yerler, yemeden içmeden başka bir şey düşünmezler " şeklinde yorumlamıştır. Ömer Nasuhi Bilmen merhum, "Helali, haramdan ayırmazlar, işin akıbetini düşünmezler, rızkı yaratana şükretmezler" demiştir. Seyyid Kutup merhum ise şöyle izah etmiştir: "Hayvanların yedigi gibi ifadesi, insanlık karakterini ve nişanlarını silip süpüren rezil edici bir ifadedir. Çünkü bu ifadenin onlar için verdiği çağrışım, açgözlü ve oburca yiyen hayvan çagrışımıdır. Hiçbir tat almaksızım, iyi ya da çirkin olup olmadığına bakmaksızın bulduğunu yiyen duygusuz hayvan yemesi çağrışımıdır. Bu öyle bir yeme ki, ortada onu frenleyen ne irade vardır, ne tercih söz konusudur, ne üzerine bekçi olacak gözcü vardır ve ne de onu engelleyecek bir vicdan! Hayvanlık, yemede ve eglencede ortaya çıkar. Insanın amaç edinip peşinden koşacağı nimetten yararlanma biçimi bu değildir. Amaç, nefsine ve iradesine hakim olan ve hayat için özel değerleri olan insanım duyarlılığıdır. Böyle bir insan şehvetin baskısına boyun eğmeyen, lezzetin gevşetmediği bir iradenin ürünü olarak, Allah (avc) katındaki hoş olan şeyleri tercih eder. Hayatın tamamı yemek sofrası ve eğlence fırsatı olarak değerlendirilemez."
Yemenin bir ölçü ve adabı olduğu gibi içmenin de ölçü ve adabı var. Hz.Peygamber(Sav): "Suyu deve gibi bir solukta içmeyin. İki-üç solukta - dinlene dinlene- için. Su içerken besmele çekin. Bitirince de Allah'a hamd edin!" buyurur. Diğer bir rivayette ise suyu üç solukta içenin 'daha doyurucu, - hastalıklara karşı - daha koruyucu ve daha afiyetli olduğu' naklediliyor Efendimiz (Sav) :" Biriniz su içerken su kabına nefes etmesin. " buyurmuştur. Her insanın ağzından dışarı def ettiği hava zehirlidir. Vücudumuzdaki kanda toplanan 'karbon asit' denilen 'kömür zehiri' nefes borularımızdan gelen soluğumuzla çıkarlar. Eğer bir bardak suya ağız dolusu olarak bir solukta içersek, nefes alıp verdikçe söylediğimiz zehir suya karışır, içtiğimiz su ile midemize gitmiş olur. Bu sıhhi faideyi bilen Peygamberimiz (Sav) her bardak suyu üç nefeste içerlerdi.
Ebu Said el-Hudri'den (r.a) gelen rivayete göre Rasulullah(Sav), bardağın kırık yerinden su içmeyi ve içilecek şeyin içerisine üflemeyi yasaklar. Sıcak yemeğe üflenmemelidir. Çünkü böyle yapmak yasaklanmıştır. 'İnsanın ağzından çıkan nefeste bir miktar zehir vardır. Üfleyerek yenilirse o lokma zehirlenir. Eğer bu lokmayı yersek midemiz, kanımız bozulmuş olur. Çok sıcak olan çorba vs yemekleri yersek, ağzımızın, boğazımızın, yemek borumuzun ve midenin içindeki zar ve dokular hafifçe yanabilir. Bu fena adete devam edersek oralarda yanıklar, yaralar, bereler ve kan husule gelebilir. Midede ülser zuhur edebilir.
Reklam
İsra ve Mi'rac
İsra ve Mi'rac hem ruh hem de bedenle gerçekleşmiştir İlk nesil ve daha sonra gelen müslümanların çoğunluğu bunda ittifak etmişlerdir. Nevevi, Sahih-i Müslim'in Şerhi'nde demiştir ki: "İnsanların çoğunluğu, selefin büyük bir bölümü, yakın dönem fıkıh, kelam âlimlerinin genelinin üzerinde bulunduğu gerçeklik, Rasulullah'ın bedenen Mi'rac'a
Avrupa'daki İhtişamı Masalar!
Osmanlı elçileri Avrupa ve Osmanlıdaki yemek kültürünü anılarında şöyle naklediyor: "Avrupada yemek, kadınların katıldığı ve müziğin de yer aldığı bir sosyal faaliyete dönüşmüştü. Osmanlıda ise yemek, özel alan olan evde, hane halkı ile ve yakın arkadaş ve dostların katılımlarıyla yenilirdi. Osmanlılar yemeği çok kısa sürede ve merasime dayandırmadan yerken, Avrupalılar yemeği uzun süren, sohbetin olduğu bir merasim gibi görüyorlardı. Osmanlıların yemek odaları yoktu ve insanlar nerede ise orada yemek ikram edilirdi. Buralar ise genelde yaşamlarını sürdürdükleri yerlerdi. Yemekler tepsi içinde alçak sofralara konur ve sofrada sadece kaşık bulunurdu. Özellikle kamu mekânlarında yemekler gruplar halinde yenir ve yemekten önce ve sonra eller mutlaka yıkanırdi. Osmanlı yemek tarzında mahremiyet ve sessizlik hâkimken, Avrupa yemek tarzında ise eğlence, canlılık ve şenlik göze çarpan unsurlardı. Avrupada yemek merasimleri için hazırlanmış özel salonlar, büyük kandillerle aydınlatılırdı ve tablolarla dekore edilmekteydi. Salonlara sadece yemek için masalar yerleştirildi. Büyük ve sabit masalar aynı zamanda eğlencelere uygun tarzda yapılırdı. Yemek için harcanan süre de çok uzundu."
Gerçekte hicret, eziyetten rahata kaçmak değil, aksine zafer ve kurtuluşa erişinceye kadar sınav değiştirmektir.
Hz Ömer, Kadisiye ordusunu hazırlayıp komutanı S'ad bin Ebi Vakkas'ı uğurlarken, Kisra'nın hazinelerine göz dikseydi ve onun tahtı gibi bir tahta oturmayi ve Kisra gibi bolluk içinde yaşamayı arzulasaydı, S'ad [r] yenilgi ve zilletle geri dönerdi. Ama onlar, Allah'ın dinine vardım etmek için cihad konusunda Allah'a verdikleri söze sadık kaldılar. Allah [c] da mevcut egemenlikleri ellerine geçirmelerini sağladı ve rüyalarında bile görmedikleri zenginlikleri ihsan ederek onları doğruladı. Kadisiye Savaşı'nda, müslümanların gördüğü rüya, servete kavuşmak, nimetler içinde yüzmek ve hayatın tadını çıkarmak olsaydı, Rib'i bin Amir, lükse boğulmanın görüntüsünü yansıtan otağını küçümseyerek Rüstem'in otağına girmezdi. Mızrağının ucuyla, yerdeki halıları ve kıymetli yastıkları kullanışsız hale getirmek için bastırmazdı. Rüstem'e de "Eğer İslâm'ı kabul ederseniz, sizleri, mallarınızla ve arazilerinizle baş başa bırakırız!" demezdi. Malı, mülkü ve toprağı ele geçirmek için gelen bir adam hiç böyle der mi? Gerçekten Allah [c], dünya varlıklarının tümünü onlara ihsan etmişti. Çünkü onlar bunu hiç düşünmemişlerdi. Onların düşüncesi yalnızca Allah'ın rızasını kazanmaya yönelikti.
Diyor ki: "Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl, Muhammed'siz muhabbetten ne hâsıl?" Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl. Yani muhabbetten Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem meydana geldi. Allah Teâla Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'ı sevdiği için onu yarattı, onu meydana getirdi, vücuda getirdi. Yeryüzüne gönderdi Peygamber olarak. Muhammed'siz muhabbetten ne hâsıl. İçinde Muhammed olmayan muhabbetten ne meydana gelebilir ki? Ne beklenebilir ki? Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'den bahsedilmeyen, ona salat ve selam getirilmeyen, bir ortamdan ne beklenebilir ki? Ne hâsıl olabilir ki? Ne bir konuşma bir meclis meydana gelebilir ki? Ne hayır beklenebilir ki öyle değil mi?
32 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.