Her iman sahibi şahsiyet, “ acaba ben nasıl peygamber görmeden sahabi olabilirim? Sorusu ile şaki bir dünyada sahabi olmak gibi bir hedef ve ideal içerisinde olmalıdır.
Daha pozitif bir deneyimi arzu etmenin kendisi negatif bir deneyimdir. Ve paradoksal olarak, insanın negatif deneyimini kabul etmesinin kendisi pozitif bir deneyimdir. Bu felsefeci Alan Watts’m “tersine yasa” adını verdiği şeydir; kendinizi daha iyi hissetmeye çalıştıkça daha az tatmin olacaksınız, zaten bir şeyi elde etmek için bunca çabalamak ona sahip olmadığınız düşüncesini güçlendirmekten başka bir işe yaramayacaktır. Umutsuzca zengin olmayı arzularsanız, ne kadar para kazanırsanız kazanın kendinizi daha yoksul ve değersiz hissedersiniz. Seksi olmayı ve arzulanmayı umutsuzca istedikçe, fiziksel görünümünüz ne olursa olsun kendinizi giderek daha çirkin hissedersiniz. Mutlu olmayı ve sevilmeyi umutsuzca arzuladıkça, çevrenizde kim olursa olsun kendinizi yalnız hisseder ve korkarsınız. Spiritüel aydınlanma peşinde koştukça, oraya ulaşmayı denedikçe daha sığ ve ben merkezci olursunuz.
Performans öznesi kendisini zorlayan, hatta sömüren her türlü tahakküm yönteminden muaftır. Kendi kendi nin egemeni ve efendisidir. Dolayısıyla, kendi kendinden başka kimsenin boyunduruğu altına girmez. Bu açıdan ita atkar özneden ayrılır. Tahakküm yöntemlerinin ortadan kalkışı özgürlüğe götürmez. Daha ziyade özgürlük ve za ruretin birbirine geçmesine müsaade eder. Böylelikle per formans öznesi, performansın azamileştirilmesi için mecburi özgürlüğü veya kısıtsız mecburiyeti temellük eder.8 İş ve performansın ifrau kendini sömürmeyi şiddetlendirir. Bu ise başkalanm sömürmekten daha verimlidir çünkü özgürlük hissiyle beraber gelir. Sömüren aynı zamanda sömürülendir. Zanlı ve kurban artık ayırt edilebilir değil dir. Bu kendi kendine çekilme hali, kendine içkin mecbu riyet yapılannın şiddete [Gewalt] tahavvülü sebebiyle pa radoksal bir özgürlük doğurur. Performans toplumunun psişik hastalıklan, tam da bu paradoksal özgürlüğün pa talojik tezahürleridir.
Geçtiğimiz yüzyıl bir bağışıklık çağıdır. İç ile dış, dost ile düşman veya kendi ile yabancının açık seçik ayrımlarla ele alındığı bir çağdır. Soğuk Savaş da bu bağışıklık şemasını takip etmiştir. Hatta geçtiğimiz yüzyılın bağışıklık paradigması baştan aşağı Soğuk Savaş lügatçesinin, bütünüyle askeri dispozitifin buyruğu altındadır. Taarruz ve müdafaa bağışıklık faaliyetini tarif eder. Bu biyolojik olandan toplumsal olana doğru, toplumsal tabakaların tümüne doğru yayılan bağışıklık mekanizmasına bir körlük kazınmıştır: her ne ki yabancıysa geri püskürtülecek tir. Bağışıklık direncinin nesnesi, haddi zatında yabancılıktır. Yabancı hasmane bir gayeye sahip olmasa dahi, ondan
herhangi bir tehlike sudür etmese bile başkalığı sebebiyle imha edilecektir.