Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Mahmut Öztürk

Tanrı'nın bile masumiyetini kaybetmeden bakamayacağı kalpler vardır. Hüzün yaratılış öncesinde başlamıştır: Yaradan, dünyaya daha fazla nüfuz etmiş olsa, dengesini bozardı. Bir de ölmek var diye düşünen kişi, bazı yalnızlıkları yaşamamıştır; bazı uçurumlar da idrak edilen ölümsüzlüğün kaçınılmazlığını da...Cehenneme kendi içinde yer bulmak, biz modernlere nasip ol- muştur: Onun eski çehresini muhafaza etmiş olsak, iki bin yıllık tehditlerle desteklenen korku bizi taşa çevirirdi.Esrarın kimyasına kapılmış olan bizler, gözyaşlarımıza kadar her şeyi izah ederiz. Oysa şu izah edilmez: Eğer ruh o kadar az bir şeyse, yalnızlık duygumuz nereden gelmektedir? Hangi mekânı işgal etmektedir? Ve nasıl bir hamlede, yitip giden muazzam gerçekliğin yerini almaktadır?
Reklam
" Şu çocuk bahçesimde oynayıp duruyoruz hepimiz, koşup gideceğiz annemiz çağırınca. Ne yapalım emir büyük yerden çağrıldın mı gideceksin. O güne kadar, yapacak bir şey yok, oy farfara farfara"
Babamın Yangını
Büyükler çok üzgündü. Büyükler üzgünken çocuklar görünmez olur

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Tarihi bilmeyenler, her şeyi ilk kendinin yaptığını ya da yaşadığını düşünürler
Türkçe bağırdığının bile farkında değildi oysa Ekrem Hamdi. Belki de anadil en çok öfke anında kendini açığa çıkarıyordu. Ve bir de korkuda. Çocukluğumuzun en temel duygusal tepkilerinde, doğduğumuz andan itibaren annemizin fısıldayan sesiyle öğrendiğimiz dile dönüyorduk...
Reklam
Keder, siyah kalan kaşının altındaki gözünde, derin bir soluk aldı
İnsan, işlerin iyi gitmesini ister. Ama işler iyi gitmez. Çünkü insanı insan yapan, kaygıdan kahrolmaktır.
İnsanın yarası neredeyse, kalbi de orada atar. Dünyanın kalbi savaş meydanlarında atar. Otlukbeli 1473 yılında sekiz saatliğine dünyanın kalbi oldu. Attı, attı ve durdu
Reklam
Ne kadar geriye bakarsanız o kadar ileriyi görebilirsiniz
Otuzlarının sonundaki birine baktığında dans ediyor sanırsın oysa tökezliyordur
Nejat ayrı fena, Timuçin ayrı fenaydı arsada. Taş yağmuru durmuştu durmasına ama durasıya kadar anasını bellemişti ikisinin de. Kaçacağın hiçbir yer olmadığını bile bile dört du- var arasında topal topal kaç dur, ne kaçarsan kaç gülle gibi taşları yanına böğrüne ye dur, kırılan kaburgalarının çatırtı- sını duy dur, ciğerine batan kemiklerin acısını çek dur, ara- da bel okuna da çok pis taş ye, kendi etrafında deli gibi dön dur, ciyakla dur, öfkeden çıldırıp havla dur, çaresizlikten diz kırıp yalvar dur, perişan olmuşlardı. Timuçin tastamam kır- mızı sayılırdı artık, beyaz postu kırmızı zemindeki leke gi- bi sağdan soldan küçük küçük görünüp kayboluyordu. Ne- jať sa mordu kandan; gece siyahına en yakın renk gözleriydi şimdi, gerisi hep mor. Halsiz, ümitsiz, kâh üç ayak seke seke, kah iki ayak, arkadakilerden birini sürüye sürüye taşıyıp yarı ölü bedenlerini toprağa bıraktılar, ağızları ayrık, dilleri sar- kık, burun delikleri körük gibi açıla açıla yatakaldılar.