İnsan niçin yaşadığını bilmezse günü gününe yaşamakla kalıyor; günün geçmesini, gecenin gelmesini beklemekten başka zevki olmuyor. Bugün nasıl yaşadım, sorusuna cevap vermeden uykuya dalıyor, ertesi gün gene aynı hayat.
Gökyüzünde serçe gözü kadarcık olsun mavilik yoktu, rüzgarın toplayıp getirdiği, iç içe geçmiş, üst üste yığılmış o asık suratlı bulutlar vardı sadece.
Ben kötülük edenle kötülüğe maruz kalana aynı yüz ifadesiyle bakamam, her ikisine de gülümseyemem diyorum size. Bunu yaparsam o zaman da kendi yüzüme bakamam diyorum.
Bu tip salgınlar hayatın kendisinin absürd oluşunu idrak ettiğimiz anlar.
Ne din ne de bilim adamlarının, ne inancın ne de aklın anlam ifade ettiği anlar.
Olur, biter, giden gider, kalan kalır ve hayat devam eder.
Öte yandan birçoğu, salgının duracağını ve aileleriyle bundan kurtulacaklarını umut ediyordu. Sonuçta henüz hiçbir konuda zorunluluk duymuyorlardı. Onların gözünde veba, nasıl geldiyse bir gün öyle gidecek istenmeyen bir konuk gibiydi.
Neredeyse hiç dışarı çıkmıyoruz. Bizi sokağa çıkaracak bir heyecanımız kalmadı. Dünya gittikçe büyüyen bir tedirginliğe dönüştü. Belki de yaşama korkusu.