İnsanın kendisiyle mesafesi, dünyanın geri kalanıyla arasındaki mesafeden daha büyükmüş. Yalnızlık, hayatın içindeki küçük bir parça değil, hayatın kendisiymiş
İnsanlar kariyer denen nevzuhur dinin en derin ilhamını üniversiteden almak için fakülte kapılarına dayanırken, abilerimiz asıl meselenin bir gönül almak olduğunu anlatıyorlardı
Derdi olanın dilinde düğüm eksik olmuyor. Musa bile öyle yalvarmadı mı Rabbine; Allah’ım dilimdeki bağı çöz, dilimdeki bağı çöz, dilimdeki bağı çöz. Dert, insanın dilini bağlayan karmaşık bir düğüm. Allah’ım bizim de dilimizdeki bağı çöz.
Tek başına ağlayan kadınları daha ne kadar kaldıracak bu yorgun, bu yaşlı, bu bütün kötülüklerden beli eğilmiş, bu dizleri üzerine çökmüş, bu hor ve kaba kullanılmış dilsiz dünya? Sahi bu dünyanın bir dili var mıdır? Bunca dilin konuşulduğu dünyanın dilsizlik sancısı.
Hava iyice kararınca fenerini yaktı ve dik bir yokuşu tırmandıktan sonra Haliç’in karşı kıyısına baktı. Kuru ayaza rağmen gece yarısına kadar manzarayı seyretti. Konstantiniye, uyuyan bir devin gölgesi gibi mehtabın altına uzanmıştı. Şehrin uykuda olduğu o anda bile, düşlerin görülüp kâbusların gerçekleştiği, şehzadelerin boğdurulup rüşvetlerin hesaplandığı, gizli ittifakların imzalanıp şerbetlere binbir çeşit zehirin katıldığı o anda bile, sarayda kutsal emanetlerin bulunduğu odada yanık sesli bir hafız, kendisinden öncekilerin yüz altmış yıldır aralıksız kıraat ettiği Kuran’ı vecd içinde gözlerini kapayarak kim bilir kaçıncı defa okuyordu.
İşte kader hep böyle davranır bizlere, hemen arkamızdadır, omzumuza dokunmak için elini çoktan ileri doğru uzatmıştır, bizlerse hâlâ, geçti gitti, gösteri bitti, yine aynı hikaye, diye homurdanıp dururuz.