Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Duygu, imanla Allah arasında bir ilişki kurma ihtiyacını uyandırır; akıl bu ilişkiyi tanımlar ve telkin de kişiyi bu ilişkiden doğan davranışlara yöneltir. Fakat bu, din bozulmaya uğramadığı sürece böyle olur. Bozulma başladığı an, telkin çok daha fazla güçlenir ve duyguyla aklın eylemleri zayıflar.
Tüm insan eylemlerini üç güdü harekete geçirir ; duygu, akıl ve telkin ( doktorların hipnotizma dediği özellik ). Bir kişi, bazen istediği şeye ulaşmayı çalışarak, yalnızca duygularının etkisiyle hareket eder. Bazen de ne yapılması gerektiğini gösteren aklı, hareketlerinin biricik etkeni olur. Diğer zamanlarda, daha doğrusu daha sıkça, hareketlerinin nedeni ya da kendinin ya başkalarının belli bir eylemi telkin etmesi ve kendinin de bu telkinde bilinç dışı olarak boyun eğmesidir.
Reklam
hissedişi olmayan birinin dini de olmaz
Felsefe: Akılla akletmek. Sanat: Akılla hissetmek. Din: Hislerle akletmek. Tasavvuf: Hislerle hissetmek. Felsefe yaparken sadece akıl kullanılır, bu açık. Felsefeye duyguları karıştırmak felsefenin yozlaşmasına sebebiyet verir. Sanat yaparken, akıl hislere önderlik eder. Aklın dizginlerini kaybettiği bir sanat delice hezeyanlara dönüşür. Aklı olmayan birinin dini olamayacağı gibi hissedişi olmayan birinin dini de olmaz. Fakat çıkış noktası bir akıl yürütmeye dayanmaktadır; görülen güçlerin arkasında görülmeyen bir güç olmalı. Bu akıl yürütme o görülmeyen gücü hissetmeye yönelir. Yine de din, -en azından İslam- akla davet eder. “Akletmez misiniz?” Tasavvuf hissetmekle başlar ve hissetmeye yönelir. Çünkü sufi görülmeyenin ardındaki gücü hisseder ve aklederek ulaşamam der. Daha doğrusu bunu bile diyemez. Çekilir ve kendisini çekene teslim olur. Din daha kuşatıcı bir akla teslim olmakken, tasavvuf kuşatan bir hisse teslim olmaktır. Akılla ilişkisinden dolayı din, kendisini felsefeye müracaat etmeden savunamaz. Ne kadar felsefikse o kadar güçlüdür. Yani ne kadar aklî ise… Tasavvuf ise ancak sanata müracaat edebilir. Akla müraccat etmeyen bir din nasıl yozlaştırıcıysa, sanat dışında anlaşılmaya çalışılan tasavvuf da maksadından o kadar uzaklaşmaktadır. Felsefe kendinden geçirmez, bunu sanat yapabilir. Filozofun ve din adamının işi kitaplarladır, sanatçının ve sufininse duyularla… Gibi geliyor bana…
Modernite
“Modernite varlığını Kilise kurumuna borçludur. Şunu çok rahatlıkla ifade etmek mümkündür; eğer Kilise olmasaydı mo­dern zihniyet ve hayat tarzı da olmayacaktı. Kilisenin akıl ve mantıkla çelişen inançları ve bin yılı aşkın süren baskıcı, bağ­naz, haksız uygulamaları modernitenin varlık sebebi ve meş­ruiyet referansı olmuştur. Modernite, Kilise'nin karşısında ko­numlanarak inşa oldu. Varlığını borçlu olduğu Kilise karşıtlığı üzerinden de tüm din ve aşkın/soyut tanrı tasavvur ve inanç­larına itiraz etti. Din ve Tanrı karşıtlığına dayanan inanç ve ey­lemlerini ise yaklaşık 500 yıllık bir zaman diliminde parça parça inşa etti. Hümanizm, laisizm, liberalizm, kapitalizm, pozitivizm, bireycilik, rasyonalizm. . . modern düşüncenin, inancın ve hayat tarzının parçalardan bazılarını teşkil etti. Hepsinin her bakım­dan sistematik bir bütüne dönüşmesi ise Aydınlanma ile ger­çekleşti. Aydınlanma ile parçalar birleştirilip inanç ve hayat tar­zıyla sistematik bir bütün oluşturulurken, ekseni hep aşkın/dini olana itiraz oluşturdu. Zira geleneksel anlamıyla dinler ve aşkın tanrı tasavvurları varoldukça ne hümanizmin, rasyonalizmin, laisizmin, pozitivizmin, ne de liberalizmin, bireyciliğin, kapita­lizmin. . . bir anlamı, önemi ve işlevi olmayacaktı.
İnsana var olan bilgi yetilerini ba­ğışlayan Tanrı, kendisi için köprüler ya da evler yapmasına ya­rayan akıl, eller ve malzemeler bağışlayarak zihninde doğuştan kavramlar yerleştirmesinden daha büyük bir lütufta bulunmuş­tur, ki dünyada kimi insanlar ne kadar yetenekli olsalar da baş­kaları kadar Tanrı ideleri ve ahlaklılık ilkelerinden ya tamamıyla yoksun ya da biraz haberdardırlar. Çünkü, yetenekleri, yetileri ve güçlerini bu yönde üretici bir biçimde kullanmamış fakat ülke­lerinin şeyleri, görenekleri ve sanılarını ötesini düşünmeden, olduğu gibi alıp kendilerini bunlarla doldurmuşlardır. Siz ya da ben, Soldania Körfezi'nde doğmuş olsaydık düşüncelerimiz ve kavramlarımız orada yaşayan Hotentot halkının birikiminden öte geçmezdi. Virginia Kralı Apochancana İngiltere'de eğitim görmüş olsaydı, İngiltere'deki bir din adamı kadar bilgili ve bir o kadar da iyi bir matematikçi olabilirdi: Onunla, daha bilgili bir İngiliz arasındaki fark, yetilerinin kendi ülkesinin kavramları, âdetleri ve görenekleri içinde sıkışmışlığı ve daha öteye hiç yönlendirilmemiş oluşundadır. Eğer bir Tanrı idesine sahip ol­mamışsa bu yalnızca onu Tanrı idesine götürecek düşünceleri aramamasındandır.
Sayfa 111 - Öteki Yayınları / Çev.Meral Delikara TopçuKitabı okuyor
Şehvet, bedenden kan aldırmak ve hacamat yapmaktan nefret eder.Akıl ise bunu ister, arar ve bu yolda mal sarfeder.Şehvet, hastalık ânında lezzetli yemeklere meyleder.Akıllı bir kimse ise nefsinde bu lezzetli yemeklerden meneden bir kuvvet hisseder. (Imam Gazali k.s)
Reklam
Tözü maddeye muhtaç olmayan varlığa ulaşmak için de a priori akıl yeterli olacaktır. İlk nedenin kendi kendini düşünerek diğer varolanların meydana gelmesine neden olduğu gibi, özellikle akıllı bir varlık olan insanın da düşünerek 'ilk neden' veya 'bilfiil akla' ulaşması mümkündür. Rasyonel teolojinin, aşkınlık kavramını farklı kesitlerdeyeri geldiğince, hangi anlamda kullandığına işaret ettiğimiz için. Farabi düşüncesinde de aşkınlık fikrinin, 'bilfiil akıl' ya da 'faal akıl kavramıyla karşılandığını ifade etmemiz gerekmektedir. Çünkü bu akıl, diğer akıllardan farklı ve onları aşmaktadır. Tıpkı Kartezyen düşüncede varlık kavramına en yüce sıfatlar yüklenerek bu varlığın aşkınlığından söz edilmesi gibi, Fârâbi düşüncesinde de akıl, en aktüel ve en faal kılınarak aşkınlık tesis edilmektedir. Görüldüğü gibi, bu düşünce izlendiğinde Tanrı ile insan aklı arasında ontolojik farkın olmadığı dikkati çeker.
Farabi
İlk Olan maddede olmadığı gibi ve herhangi bir biçimde maddesi olmadığından, tözü bakımından bilfiil akıldır. Çünkü sûretin akıl olmasına ve bilfiil düşünmesine engel olan, her şeyin içinde var olduğu maddedir. Bir şey varlığında maddeye muhtaç olmadığı takdirde, tözü bakımından bilfiil akıl olur.
Barış Dönemi
Ali'nin valisi olarak Mısır'a giden Ebu Bekir'in oğlu Muhammed'in, Muaviye'nin valisi Amr tarafından kesilen başı, bütün şehirlerde dolaştırılarak Muaviye'ye yollanırken, cesedi ise eşek pisliği içinde yakılacaktır.
Descartes, ışığı görüyor, sesi işitiyor ve sıcaklığı duyuyorsam, bunla- rın yanlış olduğu ve uykudayken bunları gördüğüm ileri sürülse bile. gördüğüm, işittiğim ve ısındığımı sandığım şüphesizdir', diyor. Bu sanma yanlış olamaz; duyma denilen de esasında budur ve düşünmekten başka bir şey değildir. Dolayısıyla o, ışık ve sıcaklık duyusunu da anlayış gücüyle kavradığımızı söyler. Hatta cisimleri, duyular ve muhayyile ile değil, yine akıl ile anladığımızı ifade eder. İster duyu- lardan, ister düşünceden hareket etsin, Descartes, tek inkâr edemeye- ceği şeyin, düşüncesi; bu nedenle de, en iyi bildiği şeyin, ruhu olduğu sonucuna varır.
Reklam
Öyle bir güç yok
Evrim, insanlığın kaderini kendisinden daha büyük bir gücün kontrol ettiği yanılgısından, özellikle de ruhsal bozukluğunun belirtilerinden kurtulmasının hikayesidir.
Her şeyi bilen Vâhid ve Ehad Allah Azze ve Celle’nin kendisine ihsan ettiği cüzi bir akıl ve iradeyle basit bir bilgisayarı ve cep telefonunu icat eden bir insan dahi kendi ürettiği o bilgisayarın ve cep telefonunun çalışma standartlarını, kamerasını, işletim sistemini ve bunun gibi tüm özelliklerini bilsin de her şeyin Hâlıkı Mutlak Alîm Allah (c.c.) mahlûkatını, mülkünü ve mülkünde cereyan eden hâdisatı bilmesin, öyle mi?
Tanrı'yı rasyonel bir bütün olarak konumlayan rasyonel teolojinin varlık tasavvurunda bunlar arasında ontolojik bir farktan bahsetmek mümkün değildir. İşte bu ontolojik yakınlık, epistemolojik bakımdan iman ile aklın aynılığını hazırlayacaktır. Dahası Tanrı'nın düşünen akıl ya da etkinliği düşünce olan Tanrı fikri, aklın ya da epistemolojinin belirleyici olduğu anlamına gelir. Dolayısıyla da, etkinliği düşünme olan Tanrı yine bu sayede bilinecektir. Tanrı'ya imandan söz edilince de, bu iman bilgi kılıfının giydirildiği bir imandan başka bir şey olmayacaktır. Esasında düşünceyle Varlık'ın özdeşleştirilmesinde iman, düşünceyi sekteye uğratması gerekirken, onu takip edip izleyebilmesi, imanın düşünceden başka bir şey olmadığını gösterir.
Leibniz, hakikatin rasyonel olduğunu söyleyerek, onların birbirleriyle çelişmeyeceğini söylemektedir. Böylece de dinî inancın, inanç kılıfındaki bilgi olduğunu söylemektedir. Çünkü geometri hakikatleri gibi, onlar da evrensel ve genel geçer özelliktedir. Akıl yürüterek, her iki hakikati de kavramak mümkündür. Görüldüğü gibi o, dogmadan, ontolojik olarak farklı olan Tanrı'nın, kendini inananlara vahiy olarak açımlamasını ve inananın da, bu mesafeyi sadece iman yoluyla kapatabilmesini kast etmemektedir. Daha dogrusu, tarihsel vahyi de rasyonel teoloji kalıplarına dâhil etmektedir. Aradaki ontolojik bağ akıldır. Dogma ile insan aklı, sadece ifade şekli ya da verilişi bakımından farklıdır; özde onlar bir ve aynıdır. İkisinin kaynağı da, ilk nedenden başkası değildir.
Rasyonel dünya paradigmasını bir piramide benzetirsek, onu ayakta tutan ilke şüphesiz, akıl ya da düşünen akıldır. A priori bir bilgi. bu sistemin epistemolojinin temel dayanağıdır. Saf aklın (pure rason), önermelerden hareketle zorunlu bir sonuç olarak çıkardığı bilgi, a priori bilgidir. Hatta bilgi, kavramda zaten gizli olan şeyin daha açık olarak ifade edilmesidir. Rasyonel teoloji veya metafiziğin dünya ta- savvurunda bu akıl yürütme oldukça önemlidir. Bunun için de merke. ze, zekâyı ya da aklı yerleştirmek oldukça doğaldır: "Zekâ, anlık, şeylerin kaynağı olmadıkça, gerçek anlamda bir gayelilikten söz edilemez.
1.500 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.