Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur
Bozkurt; Türk uruklarının en büyük töz (totem)lerinden biridir. Hun Türklerinin bir kolu olan Tu-cje'ler, kurt'tan türediklerine inanırdı. "Büyük dedelerini kurt, kendi yavrularıyle birlikte güdüyor, inine götürerek besleyip büyütüyor". Bu yüzden bayrakların üzerine kurt kafası bulundururlardı Türk kabilelerinde, kurttan geliş
Sayfa 135 - Türk Dünyası Araştırmaları VakfıKitabı okudu
İsmail Bilinci, elli yıl kadar önce, oymakların en yaşlısı ve en bilgilisi olan, 85 yaşındaki Kör Hacı Osman'a, asıllarının nereden gelme olduğunu soruyor. iki gözü de görmeyen, mektep medrese görmemiş olan bu ihtiyar, sorulan soru üzerine, yaylada yaz sıcağından korunmak için gölgesinde oturduğu ağaca, sırtını iyice dayadıktan sonra, görmeyen gözlerini uzaklara dikerek: "Oğul! Böyük suval sordun. Bu yaşa geldim, daha bunu bana kimse sormadı. Dedemden duyduğuma göre, biz evvelce Horasan Elinde Güneşe daparmışız. Sabahlayın, Şaban Baba adında bir abdal, davulla halay çektirir, Tanrımız doğuyor deyerekten, güneşe daptırırmış. Nameyle Müslüman olmuşuz. Anadolu'ya akın yapmışız. Güneşi yaradanın Allah olduğunu bilip, bundan vazgeçmişiz, Şaban Baba da, aşiretten faydalandığından, oğlu evlenenin düğününü, sünnet olanın sünnet düğününü yaparak, içimizden ayrılmamış" şeklindeki mühim açıklamayı yapmış. Burada, davulu ile "Şaman" (Şaban Baba) ve Alevilerin "Abdal"ı göze çarpıyor. Ayrıca, Anadolu'daki gezginci Abdal'lara da, Türk içtimaî teşkilâtında ve din hayatında yer verilmiş oluyor.
Sayfa 113 - Türk Dünyası Araştırmaları VakfıKitabı okudu
Reklam
Oğuzlar, İbn Fazlan'ın yazdığına göre, "ölü aşı" için çok sayıda kurban keserlerdi. Varlıklı kimseler iki yüz başa kadar at kurban ederdi". İdil Bulgarları'nın ölüm âdetleri de şöyledir: "Bir adam öldüğü gün erkekler gelip, ölenin kubbeli çadırının kapısında dururlar. En çirkin, en vahşi bir şekilde bağırarak ağlamaya başlarlar. Bu ağlayanlar hür adamlardır. Onların ağlaması bittikten sonra ellerinde deriden örülmüş kırbaçlar bulunduğu halde köleler gelirler. Devamlı surette ağlayıp ellerindeki deriden örme kırbaçlarla yanlarına ve çıplak yerlerine vururlar. O kadar ki, kırbaçla vurulan yerlerde mor izleri kalır. Ayrıca ölenin çadırının kapısı üzerine muhakkak bir bayrak dikmek gerekir. Bundan sonra ölenin silâhını getirip kabrinin etrafına koyarlar. iki sene müddetle mâtem devam eder. İki sene dolunca çadırın kapısı üzerindeki bayrağı indirip saçlarını keserler (traş olurlar). Ölünün akrabaları bir dâvet hazırlarlar. Bu ziyafetle mâtemden çıktıkları anlaşılır."
Sayfa 73 - Türk Dünyası Araştırmaları VakfıKitabı okudu
Çin'liler, Göktürk'lerin ölüm âdetlerini şöyle anlatır: "Ölen bir adamın cesedini bir çadıra koyarlar. Ölünün çocuk, torun ve diğer kadın ve erkek akrabaları at veya koyun keserek, bunları mezkûr çadırın önüne serer ve ölüm ruhlarına kurban ederler. At üzerinde yedi defa çadırın etrafında dolaştıktan sonra, kapısının önüne gelerek yüzlerini bıçakla keser ve yüzlerini parçalarlar. Mezarın üzerine ölünün taklidini dikerler ve bu taş heykellerle onun hayatta iken iştirak etmiş olduğu bütün savaşları gösterirler. Yalnız bir adam öldürmüşse ancak bir taş dikerler. Bu mezarların üzerinde yüz veya daha fazla taş bulunur. Koyun veya at kurban edildiği zaman bunların kafasını bir değneğin ucuna asarlar. Bu günlerde (yani kurban günlerinde) kadın erkek bayram elbiseleriyle mezarlıklarda toplanır."
Sayfa 73 - Türk Dünyası Araştırmaları VakfıKitabı okudu
Göktürkler de, diğer Türkler gibi, ateşin kutlu oluşuna inanıyorlardı. "M. 569 yılında Bizans elçisi Zemarkhos, Orta Asya'da Batı Gök-Türk sınırına vardığı zaman, Türkler onu ve arkadaşlarını ateş alevleri üzerine atlatmak suretiyle, kötü ruhlardan temizlemişlerdi". Kenzü'l-Dürer yazarı, Türklerden bahsederken "Adetleri
Sayfa 69 - Türk Dünyası Araştırmaları VakfıKitabı okudu
Göktürk Yazıtları'ndan anlaşılıyor ki, "Türk halk inancına göre, insanın ruhu, öldükten sonra kuş yahut böcek şekline giriyormuş. Ölen hakkında 'uçtu' deniyor. Bilindiği gibi, Batı Türklerinde, hattâ İslâmiyeti kabulden sonra 'öldü' yerine, 'şunkar boldu' yâni 'şahin oldu' deyimi kullanılıyordu". Yakut'ların inancına göre, ölüm halinde "kut" (can), bedeni terk ederek, kuş şeklini alır ve kâinatı kaplayan Dünya Ağacı'nın dalları üzerine konar. Yakut'larda ruh, hayvan şekline de girmektedir. Moğol şamanının kuş şekline girmesini sağlayacak "kanatları" vardır. Orhun Yazıtları'nda ve Kaşgarlı Mahmud' un Divân'ında gösterildiği üzere, eski Türkçede, "cennet"in "Uçmak-uçmağ" kelimesi ile açıklanması da bu bakımdan manâ taşır. Bu kelimeyi, bazı Alevi şairlerinin nefeslerinde de buluruz.
Sayfa 68 - Türk Dünyası Araştırmaları VakfıKitabı okudu
Reklam
Türklerin kanlı kurbanlarını bile, kan tabusu göz önüne getirilince, kansız kurban saymak gerekmektedir. Gerçekten, Türkler ve Moğollar, kurban hayvanlarını, kan akıtmadan, keserek değil, öldürerek kurban ederlerdi. İbn Fazlan, bunu şöyle açıklar: "Türkler hayvanları kesmezler. Koyunları başlarına vurmak suretiyle öldürürler." Subaşı el-Katağan oğlu Etrak, "ailesinden ve yakınlarından büyük bir kalabalığı davet ederek onların yemeleri için pek çok koyun öldürttü". Kurban (at veya koyun), tek damla kanı yere, toprağa damlamayacak ve kurbancıların üstüne gelmeyecek şekilde, öldürülür. Yakowlev'e göre, Güney Yenisey Vâdisindeki Türkler, koyun kurban ederken, hayvanın kanı dökülmeyecek tarzda öldürürler Kurbanın kanının dökülmemesi konusunda, Cengiz Yasası'nda şu yargı ve yasak vardı: "Bir hayvan yemek için öldürülürse, ayaklarını bağlamak, karnını açmak ve kalbini elle hayvan ölünceye kadar sıkmak lâzımdır. Ancak bu takdirde eti yenir. Eğer bir kimse hayvanı Müslümanların kestikleri vechiyle keserse, idam edilmelidir Radloff'un verdiği bilgiye göre, Altaylılar ve Teleüt'ler, kurban edilen atın bir damla kanını akıtmaksızın, öldürme işini bitirirler. Sonra de isini bütün olarak çıkarırlar. Buna, "Baydara" denir. Bu deriyi, "Tükölö" veya "Taskak" denilen, kurban sırığının üzerine asarlar. Sonra, etini parçalara ayırırlar.
Sayfa 43 - Türk Dünyası Araştırmaları VakfıKitabı okudu
Çin Yıllıkları'na göre, Tu-kiu'lar (Göktürkler), ahlâk hususunda sert kanunlara sahip bulunuyorlardı. Göktürklerin "ceza kanunlarına göre isyan, ihanet, adam öldürme, zina ve bağlı bir atı çalmak ölümle cezalandırılır" idi. İbn Fazlan, Oğuz Türkleri kadınlarının yerli ve yabancı erkeklerden kaçmadıklarını söyler. Türklüklerini koruyan, Bulgaristan'daki soydaşlarının uğradığı Slavlaşma felâketinden kendilerini korumuş bulunan "İtil Bulgarları"nda da, kadınlar mecliste bulunur, erkekten kaçmazlardı. Meşhur Arap bilgini bunu şaşarak kaydettikten sonra şöyle diyor: "Halkın huzurunda hükümdarın karısına hilât giydirdim. Hâtun hükümdârın yanında oturuyordu. Bu onların âdetidir. Hâtuna hilât giydirince, kadınlar onun üzerine gümüş paralar saçtılar." Aynı yazar, " Oğuzlar, zina diye bir şey bilmezler" diyor, ve şöyle devam ediyor: "Böyle bir suç işleyen birini ortaya çıkarırlarsa onu iki parçaya bölerler". İtil Bulgarları da böyledir. Kadınlar ve erkekler birbirlerinden kaçmazlar ve nehirde birlikte yıkanırlar. "Bununla beraber, herhangi bir şekilde zina etmezler. Zina onlara göre, en büyük suçlardandır. İçlerinden biri zina ederse, kim olursa olsun. dört kazık çakıp zina edenin el ve ayaklarını bunlara bağlarlar. Sonra onu, boynundan uyluklarına kadar balta ile yararak iki parçaya ayırırlar. Kadına da aynı cezayı tatbik ederler."
Sayfa 37 - Türk Dünyası Araştırmaları VakfıKitabı okudu
Genç kam'ın (oyun'un) mesleğe girme töreni, Yakutlar'da çok tantanalı olur. Kam'ın bütün yakınları, oymak mensupları toplanır ve bir dağ tepesine çıkarlar. Namzedin (adayın) üzerine "kumu" adı verilen bir giysi giydirilir. Eline at kılları bağlanmış bir "asâ" verilir. İhtiyar şaman, belli kaideler yerine
Sayfa 17 - Türk Dünyası Araştırmaları VakfıKitabı okudu
Türk edebiyatının doğuş ve gelişme evrelerinde içtimai muhitler
1. İslam dininin fikriyatını meydana koyan medrese, 2 Devlet teşkilatının merkezini teşkil eden saray, 3. Dini, kalbi ve bedil bir şekle sokmak isteyen islamdan evvelki Türk itikat ve ananelerini kısmen yaşatabilen Tekke, 4. Arızi tesirlerden kendini kurtarmaya çalışan, halkın durağı içtimai varlığın höceyresi mahiyetinde olan köydür. Türk Edebiyatına Toplu Bir Bakışın birinci bölümü Halk Edebiyatı başlığını taşır. Bu bölümde "Halk edebiyatı ve Nev'ileri" incelenmiştir. Hasan-Ali "Milli Destanlar" bölümünde destanların doğuşu, islamdan önce ve sonraki gelişmeleri anlatırken örnekler de verir... "Halk Masalları" bölümündeyse, Kul Ahmet, Hayali, Köroğlu, Aşık Omer, Gevheri, Karacaoğlan, Dertli, Emrah, Seyrani vb. ozanların mani, koşma gibi değişik biçimlerdeki yapıtlarından örnekler vererek açımlamıştır. "Tekke Edebiyatı" başlığını taşıyan bölümdeyse, Türklerde tasavvufun doğuşu üzerinde durulurken, Ahmet Yesevi gibi ilk Türk mutasavvıfları üzerine bilgiler ve şiirlerinden örnekler verilir. Gene bu bölümde "Mevlevilik, Bektaşilik, Alevilik" gibi akımların şiire yansımaları saptanmıştır. Divan, Tekke Edebiyatı ise Åşık Paşa ve Nesimi'nin yapıtları değerlendirilerek ele alınmıştır.
Sayfa 100 - Edebiyatçılar DerneğiKitabı okudu
Reklam
Biz burada, Alevilik’le Ahle Haq dinleri arasında benzer çizgileri özetle yansıtmak istiyoruz. 1- Alevilik de bugün Kızılbaşlık, Bektaşilik vb. birçok öğretinin ortak adı olmuş: Ahle Haqlık da Tayıfasanlık ve Yarsanilik gibi birçok öğretinin ortak adı. (Tayıfasanlık, Bektaşiler gibi daha çok kasaba ve şehir çevresinde örgütlüdür.) 2- Alevilik
Alevilik
Hz. Ali'nin şehit edilmesinden sonra o hazretin soyundan gelen insanlar için Alevî kavramı kullanılmaya başlanmıştır. Arapçada “Ali'ye ait”, “Ali’ye mensup” anlamlarına gelen Alevî kavramı ise Anadolu da dahil olmak üzere dünyanın her yerinde Hz. Ali'nin soyundan gelen insanlar için yani şerifler ve seyitler için kullanılmıştır ki bu kullanım bugün de devam etmektedir. 1826 öncesi Osmanlı arşiv belgelerinde de, Alevî kavramının Hz. Ali'nin soyundan gelenleri ifade ettiği anlaşılmaktadır. Günümüzde Alevî olabilmek için Alevî anne-babadan gelmenin gerekli olduğuna dair inanç, buradan kaynaklanıyor olmalıdır. Ancak Osmanlı Devleti tarafından ve Sünnî halk arasında "Kızılbaş" kavramının aşağılanması üzerine, Alevî kavramı 19. yy.'in başından itibaren Kızılbaş toplulukları ifade etmek için kullanılmıştır. Kısa bir süre sonra da Alevîlik kavramının içeriği Bektaşîlik de dahil, Anadolu'da Şiîliğe bağlı bütün toplulukları ifade edecek şekilde genişletilmiştir. Günümüzde de kavram aynı anlamda kullanılmaktadır. Yakın zamanda Alevî kavramının "alev" kelimesinden türetildiğine yahut Anadolu'da yaşayan Antikçağ kavimlerinden "Luvi"lerden geldiğine dair bazı iddialar varsa da bunların tamamı bilimsel dayanaktan yoksun gülünç iddialardır. Şerif: Hz. Hasan'ın soyundan gelenler Sevi
Sayfa 29 - KRİPTOKitabı okudu
Bektaşi- Alevi’lerin başlıca doğmaları olan ve onların ahlak görüşlerinin temelini oluşturan üç yasak : elin tek , dilin pek , belin Berk tut ( elini harama uzatma ,dilini tut , beline sahip ol) biçiminde özdeşleştirilmiş bulunan , el , dil ve cinsi ilişki ile ilgili yasaklamalar üzerine dikkati çekmek istiyorum…
Alevilik
Hz. Ali'nin şehit edilmesinden sonra o hazretin soyundan gelen insanlar için çoğu kere bir son ad olarak "Alevî" kavramı kullanılmaya başlanmıştır. Arapçada "Ali'ye ait", "Ali'ye mensup" anlamlarına gelen Alevî kavramı, Türkiye de dâhil olmak üzere dünyanın her yerinde Hz. Ali'nin soyundan gelen insanlar için yani şerifler ve seyyitler için kullanılmıştır. Bu kullanım, bugün de devam etmektedir. 1826 öncesi Osmanlı arşiv belgelerinde de, Alevî kavramının Hz. Ali'nin soyundan gelenler ifade ettiği anlaşılmaktadır. Ancak Osmanlı Devleti tarafından ve Sünnî halk arasında "Kızılbaş kavramının aşağılanması üzerine, Alevi kavramı 19. yy.'in başından itibaren Kızılbaş topluluklan ifade etmek için kullanılmıştır. Kısa bir süre sonra da Alevîlik kavramının içeriği, Bektaşîlik de dâhil Anadolu'da On İki İmam Şiîliğine bağlı tarikat adâbı olan toplulukları kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Günümüzde de kavram hâlâ aynı anlamda kullanılmaktadır.
Sayfa 25 - KRİPTOKitabı okudu
41 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.